Yüz yıl önce 19 Mayıs’ta Mustafa Kemal Paşa Samsun’a ayak bastı. Osmanlı idaresi altındaki yenilmiş Türk ordusunun genç bir generaliydi. Sultan Vahdettin tarafından 9’uncu Ordu Müfettişi sıfatıyla ona verilen görev, Karadeniz bölgesinde işgal ordularının işbirlikçilerine karşı başlayan direniş hareketlerini bastırmak, kontrol altına almaktı.
Ama Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başka planları vardı. Ülke işgal altındaydı. Birinci Dünya Savaşını bitiren 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesini takiben İngiliz, Fransız, İtalyan, Gürcistan, Ermenistan ordularının tecavüzü ardından dört gün önce, 15 Mayıs’ta İngiliz destekli Yunan ordusunun İzmir’i işgale başlaması, çoğu kişi için bardağı taşıran damla olmuştu. Sultan’dan aldığı görevin tersine birbirlerinden bağımsız gelişen sivil direniş hareketlerini askeriye içinde işgale karşı yükselen hareketle birleştirme girişiminin ilk sonucu, Şeyhülislam tarafından gıyabında verilen idam fermanı oldu.
Kurtuluş manifestosu Haziran’da Amasya’da ilan edildi. Temmuz’da Erzurum Kongresi, Eylül’de Sivas derken Aralık sonunda Ankara’ya geldiğinde artık direnişin doğal lideri haline gelmişti. Meclis’i kurdu, Milli Orduyu Meclis’e bağladı, işgal 9 Eylül’de son Yunan askerinin de İzmir’i terk etmesiyle sone erdi. Kemal Paşa direnişin başlangıcı saydığı 19 Mayıs’ı o kadar önemsedi ki, 1927’de okuduğu Nutuk’a giriş cümlesi yaptı, soranlara doğum günü olarak 19 Mayıs’ı söyledi, o günü “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak geleceğe bırakmak istedi.
Sona eren ise yalnızca işgalcilere karşı değil, aynı zamanda işgalcilerle işbirliği halinde çalışan Osmanlı yönetimine karşı da savaştı; İstiklal Savaşı aynı zamanda bir iç savaştı, bir devrimdi ve Sultanlık devrilip Cumhuriyet 29 Ekim 1923’de ilan edildi.
Şimdi “Efendim, ama tek partiydi, demokrasi değildi” diyen çokbilmişlere hatırlatmak lazım: Avrupa’da da o dönem ileri demokrasi rüzgârları esmiyordu: İtalya’da Mussolini iş başına gelmiş, Almanya’da Hitler adım adım iktidara yürüyor, Rusya’da Stalin’in Sovyet yönetimi hüküm sürüyordu. Buna rağmen bir süre sonra bu soyadını alacak olan Atatürk, “çağdaş uygarlık düzeyi” diye adlandırdığı doğrultuda, yüzünü Batıyla bütünleşmeye dönmüş köklü reformlar yapmaya başladı. Batının emperyalist güçlerine karşı bir ulusu yeniden küllerinden doğurtan Atatürk, Batıyı ekonomik ve toplumsal yönden nelerin ilerlettiğinin ayrımındaydı.
Önce din ve devlet işlerinin ayrılmasıyla laik sisteme geçildi. Sonra Arap harflerinden Latin harflerine, Hicri takvimden miladi takvime, Avrupa ölçü birimlerini kabulünden tutun da kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesine dek bir dizi devrimci adım atıldı. İlk ceza kanunu ve medeni kanun Avrupa’dan örnek alındı. Rusya’nın desteğiyle ilk demir çelik fabrikası, Etibank maden işletmeleri, Sümerbank kumaş fabrikaları, şeker fabrikaları, Onuncu Yıl Marşında yurdu dört bir baştan örmesiyle övünülen demiryolları, evet, yetersizdi ama daha önce onlar da yoktu. Belki daha fakir ama onurlu, söylediği söz ciddiyetle dinlenen bir ülke olarak kabul ettirdi genç Türkiye’yi dünyaya Atatürk.
Demokrasiye geçiş, ülkeyi İkinci Dünya Savaşının ateşinden sakınan, Atatürk’ün kurmayı, sağ kolu İsmet İnönü’ye düştü; 1950’de yapılan ilk çok partili, serbest seçimi, tek parti CHP’si içinden çıkan Demokrat Parti kazandı.
Bundan elli küsur yıl sonra bu sistem, Kasım 2002’de, İslamcı/muhafazakâr kökten gelen, eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisini (AK Parti) iktidara getirdi.
Erdoğan bugün ABD ve Batı Avrupa’da Türkiye’yi adeta diktatörlüğe sürükleyen bir öcü olarak gösteriliyor ama o ilk yıllarda özellikle ABD yönetimleri Bush ve Obama, Erdoğan’ı yere göğe sığdıramıyordu. ABD orduya kızgındı: isteseler 2002 sonu, 2003 başında AK Parti’yi ikna edip Amerikan askerinin Türkiye’ye topraklarında konuşlandıktan sonra Irak’ı işgale kuzeyden başlamasını sağlayabilirlerdi. İşte o sırada bizdeki çokbilmişler korosunun da marifetiyle, Türkiye’de daha nitelikli bir demokrasi ve ekonomi önündeki yegâne engelin askeriye içindeki siyasi iştah sahipleri olmadığını, başka engeller de bulunduğunu söyleyip yazan bir avuç insana rağmen, Erdoğan dertlere tek çare olarak görülüyordu, ABD başta, Batı Avrupa tarafından.
Bugün Türkiye’yi Erdoğan’a duydukları öfke nedeniyle yerden yere vuran aynı çevrelerdir.
Çünkü çoğulcu demokrasilerin Müslüman toplumlarla barıştırılmasına örnek olarak gösterdikleri Erdoğan’ın, süreç içinde bütün icra yetkisini elinde toplayan, “cami odaklı toplum” savunan, seçimle geldiği iktidardan seçimle gitmeyeceği kuşkusu uyandıran tipik Doğulu bir lidere dönüştüğünü söylemeye başladılar. Bunun sonuçları da ortaya çıkmaya başladı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin arkasında Kemalist subaylar filan değil, doğrudan AK Parti’nin devlet içinde yükselmelerini hızlandırdığı Fethullahçı şebeke vardı. Yani İslamcı/muhafazakâr bir yönetimi, yine İslamcı/muhafazakâr bir hareket devirmeye çalışmıştı; lideri ise ABD’de oturuyordu.
Bağımsız yargı son olarak, CHP’nin kazandığı İstanbul seçimlerinin YSK tarafından yeniden yaptırılmasıyla tartışıldı. Meclis’in ağırlığı günden güne azalıyor.
Bir zamanlar Avrupa Konseyinin kurucu üyesi olan, Avrupa’nın Doğu’ya açılan kapısı sayılan Türkiye, bugün Orta Doğu Bataklığına saplanmış bir ülke olarak görülüyor ne yazık ki. Özellikle 2010 sonunda patlayan ve Arap Baharı adı takılan isyanlarda, özellikle de Suriye iç savaşına müdahil olmasıyla bu görüş koyulaşıyor. Suriye iç savaşında izlenen ve artık vaz geçilmek istense de geçilemeyen siyaset sadece Türkiye’nin adını –vatandaşların çoğunu utanç içinde bırakarak- bir takım Selefi terör örgütleriyle aynı cümle içinde anılmasına yol açmakla kalmadı. Evet, ülkede terörü de çok daha kanlı boyutlarla azdırdı ama asıl en yakın müttefiki ABD ile karşı karşıya getirdi. Evet, ABD’nin IŞİD’e karşı PKK’yı müttefik belirlemesi ağır bir hatadır. Öte yandan 1999’da PKK liderinin yakalanmasında en büyük yardımı yapan da aynı ABD idi. Türkiye Rus yapımı füzeler nedeniyle ABD ile ortak ürettiği silahları alma mücadelesi de veriyor ve Rusya ile de işler sanıldığı kadar iyi değil. Bu dönemde, Atatürk’ün veciz sözünden alınarak Türk Dış Politikasının esasını oluşturan “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin hasar aldığına tanık oluyoruz.
Ekonomideki gidişi olumluya çevirme işini Erdoğan’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadığı damadı başaramadı. Enflasyon, işsizlik, faizler, ödemeler dengesindeki açık, hepsi birden yükselişte. Erdoğan’ın iş başına geldiği 2002’de ABD doları 1,5 liraydı. Çok değil, 2013’te Erdoğan Gezi protestolarının doları 1,85’ten 1,92’ye çıkarttığından yakınıyordu; bugün 6 lira. Erdoğan IMF ile sağlam para sağlayıcı bir anlaşmaya sadece ideolojik nedenlerle yanaşmıyor değil; alınan paranın nereye kullanıldığının hesabını vermek de istemiyor, yani şeffaflık sorunu da var. Devlet ihale yasasının Erdoğan’ın 2007’ye dek uygulamak durumunda kaldığı IMF programı döneminden bu yana günün ihtiyaçlarına göre yüz kereden fazla değiştirilmesi buna örnek gösteriliyor.
Bunlar tabii yaygın bir şekilde yazılıp konuşulamıyor. Medya kuruluşlarının yüzde 90 kadarının sahipliği Erdoğan yörüngesindeki iş insanlarında.
Etrafındaki siyasiler “Basın da her şeyi yazıyor” diye yakınıp önlem istediğinde Atatürk’ün yanıtı “Basın özgürlüğünden kaynaklanan sorunların çözümü, yine basın özgürlüğüdür” cevabını vermişti, tarih 1930’lardı.
Bugün 19 Mayıs’ın 100’üncü yılında, Türkiye’nin iyi geleceğine inanan bir gazeteci olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü bu özlü sözüyle de hatırlamak istiyorum. 19 Mayıs’ın ilk yüzüncü yılı hepimize kutlu olsun.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…