* Ergenekon Davası resmen bitti ama dosya hala açık. Ergenekon ve 15 Temmuz’u aynı zincirin halkaları olarak görmek mümkünse, devamı da mümkün.
Ergenekon Davası nihai kararı 1 Temmuz 2019’da, açıldıktan yaklaşık 11 sene sonra açıklandı. Mahkeme, silahlı bir örgüt bulunmadığına, başka deyişle darbe yoluyla Tayyip Erdoğan hükümetini devirmeyi amaçlayan bir gizli örgüt de bulunmadığına karar verdi. Cezalar yalnızca, sonradan dava ile birleştirilen 2006 Danıştay baskını katili ve onunla bağlantılı Cumhuriyet gazetesine saldırıda bulunanlara verildi. Yaşanan ağır haksızlıklara, söndürülen hayatlara, söndürülen ocaklara, itibar katliamlarına içim yansa da girmeyeceğim bu yazıda; ne kadar yazılsa yeridir, ayrı, ama Ergenekon olayını daha büyük bir resmin parçası olarak tahlil etmek de gerekiyor. Çünkü tarih, ondan ders almayı bilmeyenler için tekrarlanıyor.
Ergenekon soruşturması, 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaşanan e-muhtıra olayını takip eden günlerde başladı.
Hatırlarsak; Genelkurmay’ın, mealen “Abdullah Gül cumhurbaşkanı olmasın” demesine AK Parti hükümetinin sert cevabı, erken seçim kararı, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasında –hâlâ yakın tarihin en büyük sırrı olan- 4 Mayıs Dolmabahçe buluşması ve ardından Haziran başında İstanbul, Ümraniye’de ve Eskişehir’de bir evde bulunan bomba ve silahlar…
Bu nedenle de, halen “Fethullahçı Terör Örgütü – FETÖ” üyeliği suçlamasıyla aranan savcı Zekeriya Öz ve ekibi tarafından yürütülen soruşturma, zaten her an askerin darbe yapacağı kuşkusuyla yaşayan AK Parti yönetimi tarafından, yalnızca Cumhurbaşkanlığı seçimi boyutuyla algılandı. Daha önce başkanlık sistemini anti-demokratik bulan Erdoğan, o aşamadan sonra fikir değiştirdi. Bu soruşturmalar, AK Parti’nin askerin merkezde olduğu yargı-üniversiteler-medya nizamına karşı Gülen Cemaatiyle stratejik işbirliğine girmesine ve devletin kapılarını ardına dek açmasına da vesile oldu. Daha 2004 yılında Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) tartışılmış “Cemaat tehlikesi” de bu darbe tertibinin bir parçası gösterildi.
Ordu içinde ve dışında iktidara sandık dışında yöntemlerle müdahale etmek isteyen maceracı kesimler ve gruplaşmalar yok değildi. Daha 2004 yılında, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ile makamında darbecilik tartışması yaptığımı ve bunu da yazdığımı (Radikal, 29 Ağustos 2004, http://m.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/ordudaki_gorev_degisimi-720833) hatırlatabilirim. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün buna direndiği, bu direnişte en yakın desteği de Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’dan aldığı da Ankara’da konuşuluyordu; bir de son anda “Komutan yoksa ben de yokum diye çekilen Aytaç Yalman’ın pasif desteği vardı.
Zaten 2008’de Mahkemeye verilen iddianamede yer alan bir MİT belgesinde, Ergenekon isimli bir örgütün darbe hazırlıklarından ilk kez Temmuz 2003’te, tam olarak 10 Temmuz’da MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun tarafından Genelkurmay Başkanı Özkök’e verilen “Ergenekon ve Lobi” başlıklı belgede söz edilmişti. Belgenin yasada öngörüldüğü gibi önce Başbakan Erdoğan’a verilmediği bilgisi vardı. Hatta belge 1 yıl bir hafta bekletilmişti; aslında MİT’e geliş tarihi 2 Temmuz 2002 idi. Birkaç gün sonra, 7 Temmuz’da MHP lideri Devlet Bahçeli koalisyonu bozup erken seçim isteyecek, 3 Kasım seçimlerinde Başbakan Bülent Ecevit Meclise dahi giremezken 2001’de kurulmuş AK Parti tek başına iktidar olacaktı.
Ecevit ekonomik krizle başa çıkmak için Dünya Bankasından Kemal Derviş’i getirmiş, Bahçeli’nin yer yer şiddetlenen itirazları altında ekonomiyi yeniden rayına oturtmaya çalışıyordu ama ABD’nin asıl talebi olan Irak işgali için Türkiye topraklarını açma fikrine de o şiddetle karşı çıkıyordu.
Ancak Türkiye AK Parti yönetimi altında da ABD’ye Irak’ın işgaline aktif katkı vermedi. Bu defa hükümet istemediğinden değil, Meclis istemediğinden: hükümetin izin tezkeresi 1 Mart 2003’te CHP muhalefetiyle birlikte AK Partili vekillerin de oyuyla geri çevrildi. ABD yönetimi ve özellikle ordusu, bu durumdan siyasileri üzerinde yeterli baskıyı kurmayan Türk Silahlı Kuvvetlerini sorumlu tuttu. Ordu içinde bir grubun “ABD ile askeri işbirliğine gidilirse bu hükümet 25 yıl iktidarda kalır” gibi siyaset mühendisliği hesapları yaptığı Ankara siyaset kulisinde konuşuluyor, satır aralarında yazılıyordu.
Cemaatçi polis, savcı ve hâkimlerin ilk hedefi, 28 Şubat operasyonlarını hatırlatıp AK Partiyi zayıf noktasından da yakalayarak bu subayları ve onlarla ilişki içinde olduğunu saptadıkları, ya da düpedüz düşmanlık besledikleri üniversite, medya ve yargı kesimlerini hedef almak oldu. Böylelikle asıl hedeflerden birisinin Türk Silahlı Kuvvetlerinin içeriden çökertilmesi olduğu dikkatlerden kaçırılmak da istendi. 21 Aralık 2009’da, güya Bülent Arınç’a suikast girişimi kumpasıyla başlayan bir operasyon ile ordunun en gizli arşivlerine el kondu.
El konulan bilgiler arasında Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerle savaş çıkması halinde NATO ile işbirliği içinde tasarlanmış kontr-gerilla örgütlenmesinin, sivil unsurlar dâhil listeleri, gizli silah ve mühimmat depoları da vardı. İşin tuhaf yanı, her NATO üyesinde o ülkenin mitolojisinden ya da efsanelerinin adı verilen bu örgütlenmenin Türkiye’deki gayrı resmî adı “Ergenekon” idi. Çoğu NATO üyesi ülkede Sovyetlerin yıkılışı ardından –en azından resmen- lağvedilen örgütlenmeler, Türkiye’de PKK ile mücadele gerekçesiyle korunuyordu. İddianamede de bu gizli örgüte Ergenekon adının verilmiş olması, adeta operasyonları perde arkasında yönetenlerin attığı imza gibiydi.
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in üç kuvvet komutanıyla birlikte istifası bir dönüm noktası sayılabilir. Koşaner, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan dahil AK Parti yönetiminin ordunun üzerine Cemaat yönlendirmesi altında gelmesine tepki olarak istifasını 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından Meclis’te kurulan komisyona ifade verirken şunları söylemiştir:
• “Son 8-9 yıldır aşağı yukarı silahlı kuvvetler kendini koruyamaz duruma geldi. Koruyamayınca ne oldu? Bu kişiler yerleştiler, güçlendiler, rütbe de aldılar, yetkili makamlara da geldiler.”
Koşaner’i söyledikleri aslında yaşananların özeti sayılabilir.
AK Parti ile Cemaat arasındaki paraziter ilişkinin aldığı ilk ağır darbe 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Erdoğan’ın talimatıyla PKK lideri Abdullah Öcalan ile doğrudan (yani ABD dâhil üçüncü ülkelerin bilgisi dışında) kurduğu ilişkiyi PKK soruşturmasına konu etme girişimi sayılır. Ama onun hemen öncesinde, 6 Ocak’ta Erdoğan’ın atadığı önceki Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un tutuklanması vardır; buna Erdoğan’ın dahi itiraz ettiği biliniyor.
Sonrasını, 15 Temmuz’a giden yolu az çok biliyoruz. Bu yolda, şimdiye dek pek irtibatı kurulmayan olan gelişme, ABD Başkanı Barack Obama’nın 2014 Ekim ayında (artık Cumhurbaşkanı) Erdoğan’ı arayarak Kobani’de IŞİD’e karşı savaşan PKK’nın Suriye kolu PYD milislerine silah yardımı yapacağını bildirmesi ve engel olunmamasını istemesidir. Türkiye sınırlarını açarak Iraklı Kürt savaşçıların da Kobani’ye takviye olarak gitmesine izin vermiştir. Bu aslında 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce İmralı ile diyalog sürecinin fiilen kopuşu sayılabilir; PKK o noktadan sonra kendisini ABD’nin ortağı sayarak yeni koşullar istemiştir. Bunun öncesinde Ocak 2014’te (aslında o dönem Türkiye ve ABD’nin, özetle MİT ve CIA’nın birlikte yürüttüğü) Suriyeli rejim muhaliflerine silah ve cephane taşıma operasyonunun daha sonra “FETÖ üyeliğinden” mahkûm olan jandarma, savcı ve hâkimlerce deşifre edilmesi söz konusu olmuştur. O günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun odasının gizlice dinlenmesi ve ifşa edilmesindeki sorumlunun, 15 Temmuz gecesi Genelkurmay giriş kapısındaki çatışmada öldürülen (şimdi Genelkurmay Başkanı olan) Yaşar Güler’in yaveri olduğu bilgisi vardır.
Konuya dönersek ABD, 2014’ten itibaren Suriye coğrafyasında PKK ile işbirliğine başlamış durumdadır ve bu da AK Parti ile Cemaat ilişkilerinin koptuğu döneme denk gelmektedir.
15 Temmuz askeri darbe girişimi, evet halkın da desteğiyle ama ordunun tuzağa düşmeyen çoğunluğunca bastırılmış, ama ordu da bölündüğünün görülmesi suretiyle ağır bir darbe almıştır. Darbe girişiminden sadece beş hafta sonra Suriye’de yürütülen Fırat Kalkanı harekâtında, Rusya’nın desteği önemlidir; keza daha sonra Afrin’deki Zeytin Dalı harekâtında da. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Ergenekon soruşturmalarının başladığı 2008 yılında, o dönem Erdoğan hükümetinin çok desteklediği Cemaat okullarının ülkesindeki faaliyetini “Amerikan faaliyeti” olarak yasakladığı bu vesileyle hatırlanmalıdır.
ABD’de önce Obama, sonra Donald Trump yönetimi ne Fethullah Gülen’e yönelik bir adım atmakta, ne de Suriye’de PKK ile işbirliğine son vermektedir. Trump, Japonya’da Erdoğan ile ortak basın toplantısında Rus S-400 füzelerinin alımı konusunda Erdoğan yönetimine sahte umutlar dağıttıktan hemen sonra düzenlediği basın toplantısında, Erdoğan’ın IŞİD’le savaşan Kürtleri kırmak için askeri hazırlık yaptığını, ama kendisinin bunu bir telefonla durdurduğunu söylemiştir; söz ettiği bir ara “bugün-yarın” denilen “Fırat’ın Doğusu” harekâtıdır. Kongre’nin Trump’ı S-400 ve yaptırımlar yetkisinin kısıtlı olduğunu açıklaması ardından 3 Temmuz’da ise Trump muhalifi Washington Post gazetesi, “PKK’nın beş kurucusundan biri” olarak tanıttığı Cemil Bayık imzasıyla “Ortadoğu’ya barışı biz getiririz” mealinde bir makale yayınlamıştır. Cemil Bayık daha önce Murat Karayılan ve Duran Kalkan ile birlikte ABD’nin başına ödül konan teröristler listesinde yer almış durumdadır; bu listenin PKK’nın İran’a karşı eyleme geçmemesi sonucu yayınlandığı bilgisi vardır ve demek ki şimdi İran pazarlıkları da devrededir.
Ergenekon davaları görüntüde AK Parti’yi askeri darbeden koruma, 15 Temmuz ise askeri bir cuntayla AK Parti’yi devirmek amacındadır. Oysa her ikisindeki iki ortak nokta, baş aktörlerinin Cemaatçi olması ve Orta Doğuda kritik gelişmeler yaşanırken Türk Silahlı Kuvvetlerini zayıflatmasıdır.
Ortadoğu’da bugünlerde de (Irak ve Suriye’den sonra) Türkiye’nin bir başka komşusu İran’a yönelik müthiş bir enerji birikimi yaşanıyor ve bu defa İsrail ve Suudi Arabistan gibi iki bölge ülkesi de oyun planının asli aktörleri arasında görülüyor.
Eğer Ergenekon ve 15 Temmuz aynı zincirin halkaları olarak görülüyorsa, devamının geleceği de hesaba katılmalıdır.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…