Suriye ve Irak bundan bir asır kadar önce, Fransa’nın ortaklığıyla ama asıl olarak bir İngiliz icadı olarak tarih sahnesine çıktı.
Birinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyor, Osmanlı hanedanı yönetimindeki Türk İmparatorluğu dağılıyordu. Londra Türk imparatorluğunun çöküşüne üç nedenden özel önem veriyordu: Hindistan yolu, Mekke-Medine ve petrol.
Siz bakmayın yeni-Osmanlı hayalleri kurup Arap âleminin dört asırlık Türk egemenliğine özlem duyduğunu söyleyenlere; onların hesabı başka. Araplar, İngilizlerin Lawrence gibi casusları tarafından kışkırtılmadan önce de Türklere karşı ayaklanma hazırlığındaydı; ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Parçalayıp el koyma planları 1915’de Kahire’deki İngiliz sömürge komutanlığı bünyesinde kurulan Arap Dairesinde başladı. Lawrence misali casuslar gibi, 1916 Sykes-Picot anlaşmasına Fransız diplomat Picot gibi adını veren tarih eğitimli İngiliz harita yüzbaşısı Sykes da Arap dairesi kadrosundaydı. O gizli anlaşma Nev York ve Londra’da hükümetlere borç veren Rothschild gibi bankerler dâhil Musevi lobisi “İsrail nerede?” diye ayak direyince uygulanamadı, 1917 Balfour Deklarasyonuyla değiştirildi ama o anlaşmanın haritasında çizilen sınırlar bugünkü Suriye ve Irak’ın sınırlarına ilham verdi.
General Maude komutasındaki İngiliz birlikleri 11 Mart 1917’de Bağdat’a, general Allenby komutasındakiler de 1 Ekim 1918’de Şam’a girdi. Milletler Cemiyeti 1920’de Suriye’de ilan edilen Fransız mandasını, 1922’de Irak’ta ilan edilen İngiliz mandasını onayladı.
Sadece Suriye ve Irak değil, ama kuruluşları yine İngiliz siyasetince şekillendirilen Suudi Arabistan ve Ürdün’ün sınırları da cetvelle çizilmiş gibidir; uluslararası siyasette, çöllere atfen “kumdaki çizgiler” diye adlandırılan sınırlardır bunlar. Suudi Arabistan, Vahabî Suud aşiretinin ABD desteğiyle kullandığı demir yumruğu, petrol ve Mekke-Medine etkisiyle ayakta. Ürdün, İsrail ile Arap ülkeleri arasında “stratejik derinlik” de diyebilirsiniz, tampon bölgedir; Batı dünyasının koruması altındadır.
Kuruluşlarından bu yana darbeler, diktatörlükler ve savaşlarla yaşayan Irak 2003, Suriye 2011’den itibaren sönme sürecindedir. Dış destekler olmadan ne siyasi varlıklarını, ne sınırlarını, ne de sınırları içinde yaşayan vatandaşlarını koruyabilecek durumdadırlar. Dış destekler olduğu durumda (Irak yönetimi hem Amerikan, hem İran desteği ile Suriye yönetimi hem Rusya, hem İran desteğiyle) dahi sınırları üzerinde ve içindeki egemenlik haklarını ve ekonomik varlıklarını kullanamaz durumdadırlar.
Suriye iç savaşı çıkana dek PKK’nın en zayıf etki alanı olan Suriye’nin, bugün ABD’nin de desteğiyle en önemli üssü haline gelmesinin birinci kaynağı, Suriye’deki muazzam otorite boşluğudur.
Doğa gibi, siyaset de boşlukları sevmez. Suriye ve Irak devletlerinin sönme sürecinde ortaya çıkardıkları boşluğu doldurabilecek siyasi, ekonomik ve askeri imkân ve kabiliyetlere sahip dört ülke var bölgede: Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail. Onlar da ellerinden geleni yapıyor doğrusu ama Rusya’nın statükoyu kâğıt üzerinde de olsa koruma, ABD’nin de (İsrail-İran çelişkisi gölgesinde) Rusya’ya karşı-denge oluşturma girişimleri Suriye ve Irak devletlerini ayakta tutuyor.
Olan biten aslında bundan ibaret… Irak’ın, ama özellikle Suriye’nin artık eski dengelerine dönmesi mümkün değil. Suriye’de Esad yönetimi, Rusya’nın desteğine rağmen ayakta kalacaksa, Kürt özerkliği dâhil bir tür federasyon dayatmasını kabul etmek zorunda kalabilir. Ahmet Yavuz’un 18 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te yazdığı gibi, bundan Türkiye de yararlanabilir; Fırat’ın Doğusunda zor olsa da Batısında tampon bölgeler oluşabilir. Irak’ta, ABD ve İran arasında bunalan Bağdat’ın merkezi yapıyı daha da gevşetmek zorunda kalması, Türkiye’nin Irak sınırının öte yanında fiili tampon bölgeler ve Kürt yönetimiyle daha çok petrol ticaretine kapı açabilir. Bu gelişmelerin Türkiye’deki iç barışa, terörizm ve Kürt sorununun çözümüne olumlu katkı vermesi ise kuşkulu. Diğer taraftan İsrail, ABD’den sonra Rusya ile de el sıkışmış görünüyor; Golan’ın fiili işgalini ilhaka dönüştürüyor. Öte yandan İran, ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak üzerinde etkisini artırmışken, Suriye savaşıyla (Lübnan’da Hizbullah desteğini de katarsak) silahlı gücünün sınırlarını Akdeniz’e dek uzatmış durumda.
Akdeniz’de de yeni dengeler kuruluyor. Kıbrıs’ın stratejik değeri arttıkça oyuncu sayısı artıyor, Türkiye nüfuz alanını kaybetmeme baskısı altına alınıyor.
Bütün bunların yepyeni bir anlamı var. Sınırların artık mutlaka resmen, kâğıt üzerine değişmesi gerekmiyor; sınırlar böyle fiili nüfuz ve egemenlik alanları şeklinde de değişiyor.
Türkiye’de hem iktidar, hem muhalefet bu gerçeği görmek ve hesapları buna göre gözden geçirmek zorundadır. Ne Suriye rejimini görmezden gelerek, ne de onu hâlâ duruma hâkim bir muhatap sayarak Türkiye üzerindeki riskleri azaltan, çıkarları kollayan bir siyaset izleme imkânı kalmıştır.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim TBMM açılışında DEM Partililerin elini sıkarak başlattığı Öcalan Açılımının…
Diyarbakır 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi 28 Aralık’ta sonuçlanan Narin Güran Cinayeti davasında 8 yaşındaki çocuğun…
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 2025 yılı asgari ücretinin 22.104 TL olarak açıklanmasının ardından Ankara Tandoğan…
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde, Azerbaycan Hava…
İtalya İşletmeler ve Made in Italy Bakanlığı, Baykar'ın, İtalyan havacılık firması Piaggio Aerospace'i satın almasına…
TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan'dan oluşan DEM Parti heyeti tutuklu PKK lideri…