Covid-19 salgını, ulusal sınırlar üzerinde yükselen küresel sistemlerimizin ne kadar kırılgan olduğunu ve bu kırılmaların yaşamlarımızı ne kadar derinden etkileyebildiğini hepimize gösterdi. Şu anki zorluk ve endişe ortamında genel konulara odaklanmak kolay olmasa da, ekonomik ve toplumsal sistemlerimizin yapısal sorunlarını, bunların çözüm yollarını ve daha iyi bir gelecek için yapabileceğimiz şeyleri düşünmemiz gerekiyor. Bu yazıda, mevcut gıda sistemlerimizi ve sorunlarını özetleyecek ve gıda güvencemizi temin edecek çözümlere ilişkin önerilerimi paylaşacağım.
Küresel Covid-19 salgını ve beraberinde gelen sarsıntı tümüyle beklenmedik değildi. Aralarında H1N1, H5N2 ve H5Nx, Ebola, Zika, SARS ve MERS-Cov’un da bulunduğu zoonoz (hayvanlardan insana bulaşan) hastalık salgınları son yirmi yıldır daha fazla görülmeye başlanmıştı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) dahil, pek çok kuruluş ve araştırmacı yıllardır yeni pandemilerin ortaya çıkabileceğini ve büyük ekonomik hasarlara yol açabileceğini öngörüyor ve uyarılar yapıyorlardı. Covid-19 sonrası dönemde de yeni salgınlarla veya ekolojik/siyasi kaynaklı krizlerle karşılaşma olasılığımız yüksek.
Küresel ve yerel düzlemlerde yaşanan sorunları betimlerken, pek çok kişiyi rahatsız etme riskini de göze alarak “kriz” tanımlamasını kullanıyorum. Zira milyonlarca insanı öldüren, sakat bırakan, evlerinden ve yurtlarından eden bitmek bilmez çatışmalar küresel, bölgesel ve yerel düzlemlerde siyasal krizlere işaret ediyor. Siyasal etkenlerle de bağlantılı olarak, büyük kitleleri işsizlik, açlık ve yoksulluğa mahkum eden ekonomik ve sosyal krizler yaşıyoruz. Bir yandan da türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi çeşitli veçheleri olan bir ekolojik krizin tam ortasındayız. Özellikle iklim değişikliği, gezegendeki bütün yaşam formlarıyla birlikte insanlığın bekasını tehdit ediyor. Bunların hepsinin ötesinde kendimizle, birbirimizle ve doğayla ilişkilenme biçimimizi, düşünüş, davranış ve üretim kalıplarımızı kapsayan bir “uygarlık krizi”nden bahsetmek de giderek daha anlamlı hale geliyor.
Gıda konusu insan yaşamının bireysel, sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik alanlarının tümüyle yakından ilişkili. Nitelikli gıdaya erişim, biyolojik ve toplumsal yaşamlarımızın sürmesi için en temel ihtiyaçlarımız arasında. Tarımsal üretim ve tedarik sistemleri birçok insan için geçim kaynağı ve anlamlı çalışma alanları sağlıyor. Gıdanın üretim, dağıtım, tüketim ve atık süreçleri doğal çevreyle en büyük etkileşim cephemizi oluşturuyor. Dolayısıyla, özellikle de bu krizler çağında, gıda sistemlerimizin yapısal sorunlarını anlamamız ve sürdürülebilir çözümler geliştirmemiz hayati önem taşıyor.
Mevcut durumun anlaşılması için küresel düzlemde etkin olan iki üretim-dağıtım paradigmasını anlamamız ve karşılaştırmamız yararlı olacaktır: (1) küçük ölçekli üretim birimlerinin ve yerel pazarların ağırlıkta olduğu köylü gıda ağı ve (2) büyük şirketlerin denetiminde gerçekleşen tek tip tarımsal üretim, yoğun gıda işleme ve yaygın dağıtım kanallarıyla tanımlı endüstriyel gıda zinciri.
Bağımsız bir izleme kuruluşu olan ETC Group’un, çok sayıda araştırmanın kapsamlı bir değerlendirmesine dayalı, 2017 tarihli “Who Will Feed Us?”¹ (Bizi Kim Besleyecek?) başlıklı raporu, bu iki sistemle ilgili olarak şu çarpıcı olguları gözler önüne seriyor:
Salgın hastalıkların artmasında endüstriyel şirket tarımının etkisi birçok başka çalışmada da ortaya konuyor. Big Farms Make Big Flue (Büyük Çiftlikler Büyük Gripler Yaratır, 2016) kitabının yazarı evrimsel biyolog Rob Wallace gibi pek çok bilim insanı, yüksek yoğunluklu endüstriyel hayvan çiftliklerinin bu tür hastalıkların gelişmesi ve yayılması için ideal ortamlar sağladığını söylüyor. Wallace ayrıca, endüstriyel tarıma yer açmak için ormanların ve yabanıl yaşam alanlarının daraltılmasının, daha önce yalıtılmış durumda olan patojenlerle etkileşimimizi artırdığı tespitini yapıyor. Wallace’ın sözleriyle “virüslerin artması gıda üretimiyle ve çok uluslu şirketlerin kârlılığı ile yakından bağlantılıdır. Virüslerin neden daha tehlikeli hale geldiğini anlamayı hedefleyen herkes, endüstriyel tarım modelini ve özelde endüstriyel hayvancılığı araştırmalıdır.”²
Sonuç olarak endüstriyel gıda zinciri, 70 yıldır büyük teşviklerle uygulanmasına rağmen, en az 3.9 milyar insanın aç kalmasına ya da yetersiz beslenmesine engel olamıyor. Üstelik doğaya ve toplumlara olan maliyetleri gezegendeki yaşamı büyük krizlerin eşiğine getirmiş bulunuyor. Uzun tedarik zincirlerine bağımlı olan yapısıyla, kriz zamanlarında insanların gıda ihtiyacına etkin yanıt verme yeteneğinden yoksun olduğu da belli.
İklim değişikliği dahil önümüzdeki potansiyel krizler karşısında en gerçekçi seçeneğimizin, doğa-dostu tarımı ve yerel tedarik ağlarını önceleyen köylü gıda ağının geliştirilmesi olduğunu görüyoruz. “Who will feed us?” raporunda ifade edildiği gibi: “Doğru politikalarla, doğru toprak kullanımıyla ve köylülere tanınan haklarla, köylülerin öncülük ettiği agroekolojik stratejiler kırsal istihdamı ikiye hatta üçe katlayabilir, şehirlere göç baskısını ciddi şekilde azaltabilir, gıdaların kalitesini ve erişilebilirliğini önemli ölçüde geliştirebilir ve tarımsal kaynaklı sera gazı salımlarını {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}90 oranında azaltırken, açlığı da ortadan kaldırabilir.”
Tarımsal üretimle ilgili sıkça karşılaştığımız iki yaygın kanı var: (1) Küçük ölçekli köylü tarımının doğası gereği geri ve yeniliklere kapalı bir üretim tarzı olduğu ve (2) bu nedenle dünya nüfusunun ancak kimyasal girdilere ve biyoteknolojiye dayalı endüstriyel tarım yöntemleriyle beslenebileceği. Oysa dünya çapında yapılmış olan birçok araştırma bu varsayımların yanlış olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Birleşmiş Milletler özel raportörü Olivier De Schutter’in, gelişmekte olan 57 ülkede yürütülen agroekoloji projelerinin sonuçlarını incelediği 2010 tarihli “Agroekoloji ve Gıda Hakkı“³ raporu, agroekoloji uygulamalarının üretimde {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}80 verim artışı sağladığı ortaya koyuyor. Örneğin 20 Afrika ülkesinde yürütülen yeni agroekoloji projelerinde 3 ila 10 yılda verimin ikiye katlandığı gözlenmiş. De Schutter raporunda şu kritik tespiti yapıyor: “Büyük ekim alanlarıyla, endüstriyel çiftliklerle açlık sorununu durduramayacağız. Çözüm, küçük ölçekli çiftçilerin bilgi ve çabalarını desteklemekte ve küçük çiftçilerin gelirlerini artırarak kırsal kalkınmaya katkı vermekte yatmaktadır.”
Burada sözü geçen agroekoloji kavramını açmakta yarar var. Agroekoloji, endüstriyel gıda sistemlerinin karşısında ekolojik yönden duyarlı, sosyal ve ekonomik yönlerden adil olan, düşük maliyetli ve uygulanabilir üretim ve dağıtım modelleri geliştiren bir yaklaşımı ve bir sosyal hareketi anlatır. Tarımsal uygulamalar yönüyle, toprağa ve insan sağlığına zarar veren sistemik kimyasallardan uzak, toprağı, suyu, diğer tarımsal kaynakları ve biyolojik/tarımsal çeşitliliği koruyan ve geliştiren teknikler içerir. Onarıcı tarım, permakültür, organik tarım ve doğal tarım gibi yaklaşımlarla ve yenilikçi uygulamalarla uyumlu olan agroekolojik üretim yöntemleri, çiftçilerin girdi maliyetlerini düşürmenin yanı sıra, orta ve uzun vadede verim artışını ve hasat istikrarını da beraberinde getirir.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) yıllardır agroekolojinin ve bunun bir bileşeni olarak aile çiftçiliğinin önemini vurguluyor. FAO’nun 2019 verilerine göre dünyadaki çiftliklerin {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}90’ından fazlası bireylere veya ailelere ait. Bu çiftlikler dünyanın gıdasının yaklaşık {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}80’ini üretiyor ve ürün çeşitlilikleriyle gezegenin gıda güvenliğine en büyük katkıyı veriyor. FAO’ya göre aile çiftçiliği, (1) sosyoekonomik, çevresel ve kültürel bakımdan stratejik öneme sahiptir, (2) küresel gıda güvenliği ile bağlantılıdır, (3) geleneksel gıdaların ve tarımsal çeşitliliğin korunmasına ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına katkıda bulunur ve (4) yerel ekonomilerin canlanmasına imkan verir. Ülkemizde henüz yeterince yankı bulamamış olan önemli bir bilgi de, Birleşmiş Milletler’in 2019-2028 arasını “Aile Çiftçiliği On Yılı” ilan etmiş olması.⁴
Bu veri ve olguları ortaya koyarken, köylü gıda ağı ve endüstriyel gıda zinciri olarak nitelenen üretim ve dağıtım tarzlarının görece ağırlıklarının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini, Güney Yarımküre’de birincisinin, sanayileşmiş ülkelerde ikincisinin daha ağırlıkta olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu üretim ve dağıtım modellerinin birçok yerde birbirine eklemlenmiş ve iç içe geçmiş olduğunu da, özel durumların bunların ortasında bir yerde durabileceğini de göz ardı etmiyorum. Ancak ne istediğimiz ve nereye yöneleceğimiz söz konusu olduğunda, küçük ölçekli üretim ve aracısız satış modelinin temelde kapitalizm dışı bir model olduğunu görmemiz yararlı olacaktır.⁵ Benzer şekilde, köylülüğü kültürel özellikler yerine, ekonomik özerklik ve yeni koşullara uyum arayışı ile tanımlı sosyoekonomik bir kategori olarak görmek verimli bir algı sunacaktır.⁶
Türkiye’de tarımın ve gıda güvenliğinin iyiye gitmediğine yönelik pek çok veri var. 1980’lerde ve 2000’lerde iki büyük dalga halinde gelen, 2010 sonrasında da devam eden neoliberal dönüşüm uygulamaları, kırsal nüfusun azalmasına yönelik politikalar ve yasal düzenlemeler ülke genelinde sürdürülebilir üretimin gerilemesine ve dış girdilere bağımlı endüstriyel tarımın payının artmasına sebep oldu.⁷
Ancak bulunduğumuz noktada “köylü kalmadı, tarım bitti” gibi hazır değerlendirmelerin ötesine geçmemiz, mevcut kapasite ve potansiyelin değerini bilmemiz ve bunları büyütmeye odaklanmamız gerekiyor. Zira, Batı ülkelerinin çoğundan farklı olarak, Türkiye’de hâlâ sağlıklı ekosistemler, kadim üretim havzaları, geleneksel üretime ilişkin bilgi ve becerileri yaşatan insanlar var. Genç nüfusun fazlalığı ve son yıllarda kırsala dönüş eğiliminin artmış olması da avantaja dönüşebilir.
Türkiye’de ve dünyada kırsalın mevcut koşullarını ve potansiyelini değerlendirirken, köylülüğün tarih boyunca feodal, emperyal ve son olarak kapitalist baskılar altında sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden zayıflatılmış olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Köylü gıda ağına dayalı yeni bir gıda sistemi derken ‘alışıldık köylülük’ kalıplarının ötesinde, değişen iklim ve toplum koşullarına uyum sağlayan, yeniliklere açık, emek sömürüsünden uzak ve doğa dostu bir üretim tarzından ve yerel ekonomileri önceleyen kısa tedarik ağlarından, yani agroekolojik bir gıda sisteminden söz ediyoruz.
Geldiğimiz bu yaşamsal dönemeçte, şirketlerin kazancını önceleyen endüstriyel tarım ve kitlesel dağıtım zincirlerine güç vermeyi bırakıp agroekolojik gıda ağlarımızı örmeye başlamalıyız. Burada öncelikli hedefin küçük üreticilerin ekonomik ve sosyal yönden güçlenmeleri olması gerektiğini düşünüyorum. Üreticilerin toplumla etkileşimlerini artırarak bu temeli güçlendirdiğimizde, üretim kooperatifleri gibi daha kapsamlı ve yapılandırılmış araçlar da sağlıklı şekilde gelişecek ve çoğalacaktır.
Bu noktada hepimizin yapabileceği şeyler var. Öncelikle, bütün çözümleri bizi temsil ettiğini düşündüğümüz yapılardan beklemenin ve istediğimiz şeyleri yapmadıklarında kızıp söylenmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. Kişisel ve kamusal alanlar arasında bir süreklilik ve etkileşim olduğunun bilinciyle, değişimin etkin bir parçası olmalıyız. Temsil yapılarını yönlendirmek ve yenilerini kurgulamak da dahil, her türlü yolla yaşama “etki etmeyi” öncelemeliyiz.
Salt birey olarak bile çok şey yapabiliriz. Gıdamızı seçerken, fiyatının yanı sıra, nereden geldiğini, üretiminin nelere mal olduğunu ve ödediğimiz paranın nereye gittiğini de ölçüt olarak aklımızda tutabiliriz. Organik sertifikalı ürünler önemli bir seçenek olmakla birlikte, bazılarının üreticiyi ve doğal çevreyi yeterince gözetmeyen kanallardan gelme olasılığını da göz önünde bulundurmalıyız. Ekolojik pazarlar, üretici pazarları, gıda toplulukları, kooperatifler veya küçük işletmeler yoluyla tanıdığımız üreticilerin ürünlerini tercih edebiliriz. Bu üreticilerle temas kurabilir, onları, ailelerini, çevrelerini yakından tanıyabilir, üretim alanlarını ziyaret edebilir, karşılıklı yardımlaşma ve destek içine girebiliriz. Bu bizi zaman içinde daha fazla üretici ile tanıştıracak, sosyal yaşantımızı geliştirecek, köylerde ve çiftliklerde zaman geçirme imkanlarımızı da artıracaktır.
Keyif almak dahil ihtiyaçlarımızı ihmal etmeden, daha az ve öz yemeye çalışabiliriz. Uzun mesafelerden gelen, mevsim dışı ürünler yerine yerel ve mevsiminde ürünleri tercih edebiliriz. Endüstriyel et ve süt ürünlerinin ve kimyasal katkılarla işlenmiş ürünlerin tüketimini sınırlandırabilir, böylece sağlıklı ürünlere erişmenin getirebileceği ek maliyetleri de telafi edebiliriz. Uzun vadede sağlığımızın korunması ve gelişmesi ile sağlık maliyetlerimiz de büyük olasılıkla azalacaktır.
İmkanlarımız dahilinde kendi gıdalarımızı üretebilir ve işleyebiliriz. Bu bir balkonda, bir ev veya site bahçesinde veya bir çatıda küçük ölçekte sebze yetiştirmek olabileceği gibi, evde yoğurt, ekmek, turşu, sirke, sos yapmak da olabilir. Eğer kırsala yerleşme imkanımız varsa, doğayla uyumlu yaşam ve üretim alanları oluşturmak için agroekoloji, permakültür gibi konularda bilgi ve becerilerimizi artırabiliriz. Yakın çevremizdeki yenebilir yabani otları tanıyabilir, sorumlu toplayıcılık becerilerimizi geliştirebiliriz.
Gıda topluluklarına ve tüketim kooperatiflerine katılabilir, yenilerini kurabiliriz. Kolektif mahalle bostanlarına katılabilir, yenilerini oluşturmak için harekete geçebiliriz. En basitinden komşularımız, akrabalarımız, dostlarımız veya iş arkadaşlarımızla küçük gruplar oluşturup güvendiğimiz üreticilerden toplu alımlar yapabilir, böylece nakliye maliyetlerini de azaltabiliriz. Güvendiğimiz üreticilerle sezonluk anlaşmalar yaparak topluluk destekli tarım uygulamaları başlatabiliriz.
Doğa ve insan dostu gıda üretimi ve aracısız erişim ile ilgili bilgiler sunan kaynakları derleyebilir, birebir iletişim veya sosyal medya yoluyla bunları paylaşabilir, iyi uygulamaların yayılmasına katkı verebiliriz. Farkındalık ve değişim için çalışan sivil toplum kuruluşlarına, gruplara, kooperatiflere katılabilir, çalışmalarına destek verebiliriz.
Yerel yönetimlerde veya kamuda çalışıyorsak ve kırsal alan, tarım ve gıda ile ilgili kararlara etki edebilecek bir konumdaysak, agroekolojik üretimi desteklemek ve endüstriyel tarım yatırımlarına verilen destekleri sınırlamak için çalışabiliriz. Konumumuzun resmi sınırlarına takılmadan, sırf insani etkileşimlerimizle bile kurum içindeki politika ve kararlara etki edebiliriz.
Bu noktada yerel yönetimlerin üretici pazarları açması ve bunları tüketiciler ve sivil toplumun katılımıyla yönetmesi acil bir öncelik olarak ortaya çıkıyor. Üretici pazarları küçük üreticilerin sahip olduğu muafiyetlerin avantajını kullanır ve diğer satış araçlarında söz konusu olabilen ek bürokratik ve mali yükleri içermez. Ayrıca, üreticiler ve tüketiciler arasında yakın temas ve dayanışma ilişkileri kurulması için uygun koşullar yaratırlar. Covid-19 salgını gibi yaygın ekonomik düzenin ve uzak tedarik zincirlerinin işleyişinin riske girdiği durumlarda, yerel üretici pazarları gıda güvenliğinin sağlanmasının önde gelen araçlarından biri olacaktır.
Kalkınma ajansları ve fon sağlayıcılar agroekolojik üretim ve dağıtım sistemlerini destekleyen strateji ve programlar geliştirebilir, bu yöndeki çalışmaları teşvik edebilirler. Tarım ve gıda alanında çalışan STK’lar küçük üreticilerin ekonomik, sosyal ve teknik yönden güçlenmesini hedefleyen projeler yürütebilirler. Tüketim kooperatifleri (pek çok yeni nesil kooperatifin yaptığı gibi) doğaya ve insan sağlığına duyarlı üreticilerle çalışabilirler. Tedarik ettikleri her ürün için üreticinin iletişim bilgilerini herkese açık hale getirebilirler. Üreticilere bu şekilde görünürlük sağlanması, ürünleri ve fiyatlarıyla ilgili kendilerini anlatabilmelerine ve tüketicilerle temas edip dayanışma içine girmelerine imkan tanır.
Yiyecek hizmeti veren lokantalar, oteller, okullar ve benzeri işletmeler mutfak girdilerini olabildiğince yerel kaynaklardan ve küçük üreticilerden temin edebilirler. “Ekolojik menüler” hazırlayabilir, sunulan yemeklerle birlikte içindekilerin kaynağıyla ilgili bilgileri de sunabilirler.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, bu yöndeki çabalarda sıfır noktasında değiliz. Onlarca yıldır süregelen topluluk destekli tarım, gıda topluluğu, ekolojik pazar, üretici pazarı, katılımcı güvence sistemi ve tüketici kooperatifi deneyimlerimiz var.⁸
Bu deneyimler bize, gıda üzerinden başlayan etkileşimlerin üreticiler, tüketiciler, araştırmacılar, akademisyenler, sivil toplum mensupları, gıda topluluğu gönüllüleri ve karar vericiler arasında dayanışma ağlarının oluşmasına katkı verdiğini gösterdi. Tabandan beslenen bu hareketler artık uluslararası kurumlara de etki ediyor. BM İnsan Hakları Konseyi’nin Aralık 2018’de ‘Köylüler ve Kırsal Alanda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi’ni kabul etmesi, FAO’nun aile çiftçiliğini ve agroekolojiyi giderek daha fazla destekler hale gelmesi bunun göstergelerinden birkaçı.
Güncel Covid-19 kriziyle birlikte yerel gıda sistemlerine ve üretici-tüketici temasına dayalı çözümlerin giderek daha önemli hale geleceğini öngörebiliyoruz. Çin’in salgın nedeniyle önlemlerini sıkılaştırdığı 24 Ocak 2020 tarihini izleyen bir aylık süre zarfında, ülkedeki konvansiyonel çiftliklerin satışları büyük oranda düşerken topluluk destekli tarım faaliyetleri büyük artış gösterdi. Bu dönemde örneğin Pekin’deki Shared Harvest CSA Farm’dan yapılan siparişler {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}300 oranında arttı.⁹
Bu kritik dönemde hepimiz, yalnız olmadığımızı ve kurumsal yapıların da biz insanlardan oluştuğunu unutmadan, gıda sistemimizde tabandan bir değişim yaratmak için yaşam tarzımızı ve ilişkilerimizi yeniden kurgulamalıyız. Önümüzdeki süreçte zorlukları atlatmamızı sağlayacak ve bize yeni dünyaların kapılarını açacak olan çözümleri bizden başka kimse hayata geçirmeyecek.
————–
¹ Rapora ulaşmak için: https://www.etcgroup.org/sites/www.etcgroup.org/files/files/etc-whowillfeedus-english-webshare.pdf
² Rob Wallace’ın Marx21 dergisi için 11 Mart 2020 tarihinde verdiği röportajdan: https://climateandcapitalism.com/2020/03/11/capitalist-agriculture-and-covid-19-a-deadly-combination/. Türkçe çevirisi: https://ceyhantemurcu.blogspot.com/2020/03/endustriyel-sirket-tarimi-oldurur.html
³ https://www2.ohchr.org/english/issues/food/docs/a-hrc-16-49.pdf
⁴ http://www.fao.org/family-farming-decade/en/
⁵ Bkz. Boratav, Korkut (1980). Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm. İmge Yayınları.
⁶ Örneğin bkz. van der Ploeg, Jan Dauwe (2009). The New Paesantries. Earthscan.
⁷ Türkiye’de tarımın dönüşüm ile ilgili detaylı bir çalışma için bkz. Keyder, Çağlar ve Yenal, Zafer (2013). Bildiğimiz Tarımın Sonu. İletişim Yayınları.
⁸ Konuyla ilgili bilgilere ve mevcut girişimlere ulaşmak için bazı kaynaklar:
Gıda Toplulukları Web sitesi: http://gidatopluluklari.org/ Ekoharita: https://www.ekoharita.org/ekoloji-haritasi/ Çiftçi-Sen: http://www.ciftcisen.org/ Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği: http://www.bugday.org/blog/ Dört Mevsim Ekolojik Yaşam Derneği: https://www.dortmevsimekoloji.org/ Doğal Besin, Bilinçli Beslenme Katılımcı Onay Ağı: https://dogalbilinclibeslenme.wordpress.com/ Uluslararası Topluluk Destekli Tarım Ağı (Urgenci): http://urgenci.net/ La Via Campesina: https://viacampesina.org/en/
⁹ Pekin Shunyi Bölgesi Ekolojik Tarım Geliştirme Derneği’nin e-posta paylaşımı.
İçişleri Bakanlığı'nın tartışmalı bir kararla Tunceli ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine kayyum ataması,…
Kendimden korkuyorum artık. Bıkkınlık gelip Stockholm Sendromuna yenik düşmekten, sahte mutluluk yaşayıp adalet mücadelesini bırakmaktan…
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugün 22 Kasım'da Ankara’da yargılanmaya başlaması Türkiye’de siyaset üzerindeki…
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…