Beş saygın Avrupa düşünce kuruluşu, geçen ocak ayında yaptıkları açıklamayla (1) bu yılın ilkbaharında Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği konusunda büyük bir konferans toplanacağını ilan etti. Açıklamada, geniş katılımlı bu konferansın bir önceki Komisyon Başkanı Jean-Claude Junker ve Fransa CB Emmanuel Macron’un 2015 ve 2018 yıllarında yaptığı kamuoyu danışmalarının ışığında düzenleneceği bildiriliyor ve sonuçlarının 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin temel gündemini oluşturacağı belirtilerek, daha sonra bu sonuçların hem Avrupa Parlamentosunun hem Milli Parlamentoların ve hem de halklarının da oyuna sunulacağı ilave ediliyordu.
Yukarıdaki satırlar, AB’nin mali kriz, işsizlik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi Macaristan ve Polonya başta olmak üzere hemen tüm üyelerinde baş gösteren içine kapanma eğimlerine, Brexit ve Covid-19 pandemisi sebebiyle sağlık, siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda maruz kaldığı şoklara rağmen Birliğin geleceğine ilişkin çalışmalarına kararlı şekilde devam ettiğini gösteriyor.
Bu davranış, AB’ni yakından izleyenler bakımından şaşırtıcı değil. Buna imkân veren güç kendi kuruluş felsefesinde yatan gönüllü irade. Bir başka deyişle, üyeler Birliğe ve hedeflerine kendi gönüllü iradeleriyle bağlı. Bu iradenin yaşayabilmesi ise sürekli tazelenmesine bağlı. Birlik, gönüllü iradesinin tazelenmesini ise kendini sürekli sorgulayarak yapıyor.
Bu sorgulamayı, konvansiyonlar, hükümetlere-arası konferanslar, referandumlar gibi demokratik tartışmalar ve kamuoyu yoklamaları ile gerçekleştiriyor. Böylece üye devletlerin, Birlik organlarının ve sivil toplum ve halklardan oluşan mümkün mertebe çok sayıda Avrupalı aktörlerinin bu çabalara katılmasını sağlıyor. Bu geniş katılım ve kapsamlı demokratik tartışmalar sayesinde Avrupa bütünleşme projesinin meşruiyetini devam ettiriyor. Aynı zamanda Avrupalı devlet adamlarının yeni hamleler yapmalarını ve bu suretle projenin ilerlemesini teminat altına alıyor. AB son 60 yılda kendi varoluş nedenini ve karşılaştığı krizleri aşmanın çaresini bu uzun soluklu ve yaygın sorgulamalarla buldu. Avrupa bütünleşme sürecinin meşruiyetini sağlayan şey de tekrar edelim, bu sürekli sorgulama stratejisi oldu.
Bizim bu tartışmadan endişe duymamız gerekmiyor. Çünkü Türkiye halen katılım ülkesi (accession country) statüsünü hukuken koruyor. Türkiye’nin katılımının yarattığı tartışma ise bu sorgulamanın doğal bir parçasını oluşturuyor. En az dört yıl ve olasılıkla daha uzun sürecek olan bu tartışmaya kompleksiz katılabilmemiz, sorgulamanın zenginleşmesini ve Birliğin kuruluş felsefesinde yatan gönüllü iradeyle birlikte olabilmemiz isteğinin yenilenmesini ve belki de AB bütünleşme projesinin bizim bu irademiz sayesinde daha da ilerlemesini sağlayabilecek yeni gelişmelere yol açabilir. Ancak bütün bunlar kendiliğinden olacak şeyler değil. Türkiye’nin Avrupa projesine bağlılığı yolunda inandırıcı bir siyasi irade ortaya koyabilmemiz lazım. Ve tabii ki bu irademizin hem kendi halkımız ve siyasetçilerimiz hem de Avrupalı partnerlerimizce ciddiye alınabilmesi için içerde ve dışarda, orta ve uzun vadede bazı çalışmaları gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu çalışmaların başında ise tabii ki kendi içinde de temel hak ve özgürlükler konusundaki yapısal reformlarını tamamlayarak ve dünya dinamiğini yakalama kapsamında kendini güncellemesi geliyor. (2)
Fakat sırf temel hakları konusunda bu güncelleme de yeterli değil. AB’ye gerçekten katılmak isteyen bir ülkenin Avrupa projesine bağlılığı yolunda inandırıcı bir siyasi irade ortaya koyabilmesi gerekiyor. Türkiye’de AB üyeliğine taraftar olanların oranı sık sık yüksek çıksa da, devlet katında ve kamuoyumuzun değişik katmalarında ülkemizin Avrupa Birliği üyesi olması yönünde güçlü ve itici bir kararlılık yok. Ülke çapında bu kararlılık olmayınca Birliğe üye olma yolunda inandırıcı bir AB talebi de olmuyor. O zaman da Türkiye haliyle üyelik hedefine kilitlenmiyor ve bu amaçla arkasında kitlesel halk desteği olan bir strateji oluşturmuyor.
AB’nin Türkiye ile Tam Üyelik Müzakerelerine başlama yolunda 3 Ekim 2005 kararı Türkiye ve AB için olduğu kadar bölgenin geleceğinde köklü değişikliklere yol açacak stratejik bir değer taşıyor. Bu kararla Müslüman nüfuslu ve imparatorluk ardılı büyük bir ülke, Batı kamuoylarında yerleşik tarihi düşmanlıklara, önyargılara ve etnik lobilerin tüm engelleme çabalarına rağmen, önemli bir kurumsal kazanım elde ediyor ve Avrupa siyasi ve diplomatik yaşamının merkezine bütün ağırlığı ile oturuyordu.
Ne var ki müzakerelerin başlaması Türkiye ile Avrupa’yı birbirine yaklaştırmak yerine birbirinden uzaklaştırdı. Çok değerli yıllar akıp gitti. Sarkozy ve Merkel gibi Avrupalı liderler Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığı söylemleriyle yangına körükle gittiler. Böylece Avrupa ile aramızda karşılıklı düşmanlıklar ve savaşlarla dolu bin yıllık tarihin akışını, işbirliği ve dayanışma yönünde değiştirecek devasa bir fırsat heba edilerek bu günlere gelindi.
Bugün geldiğimiz aşamada Türkiye, 700 yıllık kendi Balkan tarihi mirasının elleri arasından kayıp gitmesini sessizce seyretmekten başka bir şey yapacak durumda değil. 2003 yılında Selanik Zirvesinde tam üyelik perspektifi kazanan Arnavutluk, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova, Kuzey Makedonya ve Sırbistan’ın, 6 Mayıs 2020 Zagreb Zirvesi kararlarıyla AB’ye katılım müzakerelerine başlamaları kesinleşmiş bulunuyor. Özel statülere sahip İsviçre, Norveç ve Brexit sonrası İngiltere bir tarafa bırakılacak olursa, Kıta’da, AB dışında sadece Rusya, Belarus, Moldova, Ukrayna ve Türkiye gibi çevre ülkeleri kalacak. Avrupa Birliği coğrafi açıdan bütünleşmiş olacak. Böylece ülkemiz de anılan öteki çevre ülkeleriyle aynı torba içinde AB’nin çeperine sürüklenecek.
AB kendi geleceği konusunda başka girişimlerini de sürdürüyor. Örneğin 6 Mayıs 2020 Zagreb Zirvesi genişleme iradesini kanıtlıyor. Bu süreklilik aslında ülkemizin de parçası olduğu tüm kıta için umut verici bir mesaj oluşturuyor. Çünkü Avrupa’da ne zaman istikrarsızlık ve güvensizlik olmuşsa bundan Türkiye de olumsuz etkilenmiş, kıta ne zaman refaha doğru evrilmişse bu refahtan Türkiye de pay almıştır. Avrupa’da halen 30 milyondan fazla Müslüman yaşıyor. Dört milyon dolayında da Türk var. AB ticaret, turizm, istihdam, yabancı sermaye, enerji, teknoloji transferi, Bankacılık gibi sektörlerde en önemli ortaklarımız arasında.
Ne var ki Zagrep Zirvesi sonuçları, Türkiye’nin üyelik perspektifinin artık bittiğini ima eden bir siyasi mesaj içeriyor. Bu Zirve toplantısını yorumlayan dört Avrupalı yazar ortak makalesinde (3) böyle bir mesajı dile getirmekteler. Ancak makalenin dikkatli okunmasından da görüleceği gibi anılan yazarlar, Türkiye’nin AB üyelik perspektifinin artık sona erdiği yolunda ima ettikleri bu iddiayı tartışmasız doğrulayacak inandırıcı gerekçeler ortaya koyabilmiş değiller.
Bu iddianın gerçekleşip-gerçekleşmeyeceği, ülkemizin, önümüzdeki yıllarda göstereceği siyasi, ekonomik ve demokratik performansına ve AB tam üyelik adaylığını sürdürüp sürdürmemek konusunda, ortaya koyacağı iradeye bağlı olacak. Yazarların ima ettikleri olumsuz mesaj aslında “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olabileceğine Avrupa’da ve Türkiye’de artık kimsenin ihtimal vermediği” yolunda. Makale Avrupa’nın geleceğine ilişkin 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerine kadar yapılacak çalışmaların aksatılmaması için Türkiye’nin adaylık konusunun Birliğin gündeminden resmen kaldırılması gerektiği görüşünü savunuyor.
Türkiye’nin AB hedefi 1950’lerden beri sürüyor ve her bir Hükümet bu sürece kendi katkısını getirdi. Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesinde kabul edilen karara göre katılım müzakere süreci (duraklamış olmakla beraber) halen hayatta. Türkiye’nin katılım ülkesi statüsünün iptal edilmesi ise tüm AB üyelerinin oy birliğini gerektiren bir karar. Türkiye istemediği takdirde, maliyeti AB için de büyük olacak böyle bir kararın alınması olası değil.
O zaman Türkiye’nin kendini, 21’nci yüzyılda dünyanın neresinde görmek istediğine göre bir vizyon belirlemesi ve bu vizyonu nasıl gerçekleştireceğini ortaya koyan uzun vadeli stratejik hedef ve önceliklerini saptaması gerekiyor. Bunun için en başta halkımızın çoğunluğunun Avrupa Birliğine katılmayı isteyip- istemediğinin artık açıkça anlaşılması gerekiyor. Eğer Türk halkı istiyorsa devleti yönetenler bu isteği gerçekleştirirler. Bunun yolu ise uzun vadeli ve derinlemesine bir çalışmanın sırf Avrupa’da değil, en başta bizzat Türkiye’de yapılmasından geçiyor. Çünkü biz Türkiye olarak nasıl bir toplum istediğimizi bilmiyoruz. Demokratik ve laik bir toplum mu istiyoruz? Yoksa dindar ve ideolojik bir toplum mu? Bu tercihimiz belli olursa istediğimiz yönetim biçimi de belirginlik kazanır. Bölgesel ve küresel ittifaklarımız da bu tercihimize göre şekillenir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecek nesillere yönelik bilinen, anlaşılan ve güvenilen jeostratejik sabit bir vizyonu yok. Öncelikleri de belli değil. Önceliğimiz AB mi? NATO ve ABD mi? Rusya mı? Çin mi? Avrasya mı? İslam ülkeleri ve Orta Doğu veya Müslüman Kardeşler liderliği mi? Şanghay Altılısı mı? Afrika mı? Oysa Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’nin tüm bölgesel komşularıyla diplomatik ilişkilerini kurarken aynı zamanda ülkeyi işgale kalkışan eski düşman Balkan ve Batı Avrupa devletleriyle, iyimser aydınlanma değerleri doğrultusunda, dostluk vizyonunu geliştirmeye özen göstermişti.
Bugün 1920’lerle aramızda hem dış politikamız hem dünya koşulları açısından devasa farklar var. Bununla birlikte Transatlantik boyutunda NATO üyesi ve Avrupa kapsamında AB adayı olan Türkiye, aynı zamanda Rusya, Kafkas ülkeleri, Orta Asya, İran, Orta Doğu, Körfez Monarşileri ve Kuzey Afrika ülkeleriyle, inişli çıkışlı süreçlerde de olsa, kendi bölgesindeki çıkarlarını maksimize etmeye çalışan bir ülke. Ayrıca Çin, Hindistan Pakistan ile hatırı sayılır siyasi ve iktisadi münasebetleri var. Bu zengin münasebetler silsilesini, Türkiye boyutunu Avrupa bütünleşme hareketi içine sağlam zeminlere yerleştirmek amacına yöneltebilirse, diplomasisi hem Batı dünyasında hem küresel alanda çok daha fazla güven ve inandırıcılık sağlar. Aslında güven ve inandırıcılık etkili ve güçlü diplomasinin temellerini oluşturur.
Bugün bir değerler envanterimiz ve anlaşılabilir bir Avrupa stratejimiz olmadığı için katılım sürecimizde AB’nin bizi ciddiye alacağı tutarlı politikalar üretemiyoruz. İki taraf arasında birbirlerini daha iyi anlama ve kalpleri ve zihinlerini kazanma süreci değil de adeta yeni bir hasmane ilişkiler, çatışma ve uzaklaşma dönemi doğdu. Böylece bir yerde Avrupa bütünleşme hareketinden kendi kendimizi diskalifiye ettik. Bu belirsiz tutumumuz nedeniyle kendi stratejimizi değil, Avrupa Birliği’nin bizim için kurguladığı stratejiyi uygular durumda kaldık. Türkiye’yi tampon ülke olarak gören AB’nin bizi konumlandırdığı yere kendi rızamızla oturduğumuzun farkına varmadık. Yukarıda değindiğimiz belirsizlikler muvacehesinde Avrupa’da, Türkiye’ye husumetle bakmayan Avrupalı siyasetçilerin dahi, isteseler bile, yakınlaşma politikalarını Türkiye ile senkronize edebilecekleri bir zeminimiz bulunmuyor.
Böyle bir çalışma, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin yeniden rayına oturtulmasına yönelik, anlaşılabilir ve sürdürülebilir bir strateji yaratılmasını hedeflemelidir. Bu gerçekleştirilebilirse kendimizi ve gelecek kuşaklarımızı nerede görmek istediğimiz konusunda zihnimizin berraklaşmasına yardımcı olabilir. Ayrıca “Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde neyi biliyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Özgün kimliğimiz hangi açıdan bugün Avrupa, bölge ve dünya için daha değerli? Hangi tartışmaların içinde bugün Türkiye olarak Avrupa’nın yönelimine güç katabiliriz?” gibi sorgulamalarımıza da yanıt aramalıdır.
Bu kapsamda bir çalışma ancak, Devlet, TBMM, siyasi partiler, sivil toplum yerel yönetimler kısacası, Türk ulusunun, bütün zenginliği ile tamamını kucakladığı, geleneksel ve muhafazakâr katmanlarını ve sosyal devlet boyutunu da kapsadığı ve gençlik tarafından sahiplendiği takdirde heyecan yaratır. Unutmayalım ki Avrupa’yı tartışmak sırf elitlere ait bir imtiyaz değil. Bu nedenle sade yurttaşlarımızın böyle bir çalışmaya bireysel ilgi ve katkıları düşünce dünyamıza taze bir soluk ve güçlü bir enerji getirir. Covid-19 salgını sonrasında 21’nci yüzyılın ilk çeyreği biterken ve başka bir dünyanın kurulması arifesinde, insanlığın tümü gibi, ülkemizi de etkisi altına alan marazi karamsar iklimden çıkmak için yeni bir soluğa bizim de ihtiyacımız olduğu kesindir.
(1) Giorgio Carlarotti est co-fondateur d’Alliance4Europe, (ONG de droit allemand ayant développé et organisé des conventions citoyennes) et membre du Comité Fédéral de l’Union des Fédéralistes Européens (UEF). Olivier Costa est Directeur de recherche au CNRS (Centre Emile Durkheim, Bordeaux) et Directeur des études politiques et de gouvernance européennes au Collège d’Europe (Bruges, Belgique). Christophe Leclercq est fondateur du Réseau Média EURACTIV et de la Fondation EURACTIV (think-and-do-tank sur la santé du secteur des médias, initiateur du programme d’innovation @stars4media
(2) Selim Yenel-Global İlişkiler Forumu (GİF) Bilgi Notu
(3) L’Europe d’après. Pour un nouveau récit de l’élargissement, Jacques Rupnik, Lukas Macek, Sébastien Maillard, Thierry Chopin, MAI 2020
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…
Esad gitti ama bence Suriye için en çetin meydan okuma yeni başlıyor. İsrail, ülkenin tüm…