Mart başlarıydı. Koronavirüs Covid-19 dünyadaki meşhurların hepsine bulaşmış gibiydi. İngiltere’de Prens Charles, İran’da Meclis Başkanı Ali Laricani, Hollywood’dan Tom Hanks, Türkiye’den nam-ı diğer İmparator, Fatih Terim. Liste uzayıp gidiyordu. Sosyal medyada hemen üzüntülerle birlikte “bu virüs zengin, fakir hepimiz için tehlikeli, hepimize eşit davranıyor” mesajları dolaştı. Öyle miydi gerçekten? Virüsün kimsenin banka hesabını, ya da şöhret düzeyini ölçmeye yeltendiğini söylemek mümkün değil. Ama basitçe test kapasitesinin hemen bütün ülkelerde çok kısıtlı olduğu salgının ilk günlerinde, neden teste ulaşmak için “önemli birisi” olmak gerekmesindi?
Evde kal: evin varsa, karnın toksa
Sonra Avrupa’da salgın hızlandı, sokağa çıkma yasakları ve evde kal çağrıları başladı. Sıkıntılıydı ama evde kalıyorduk, kalacaktık. O sırada bilgisayarlarıyla evden çalışanların çok azının aklına kalacak evi olmayanlar, evsizler, mülteci kamplarındakiler, daha bir hafta önce televizyonlardan an be an izlediğimiz Yunanistan sınırında bekleyen göçmenler (sahi ne oldu onlara?), uyduruk bir teknede Akdeniz’i aşmaya çalışan Afrikalılar geldi. Yine de evde kal yasaklarının en can yakıcı hikayesi, Başbakan Narendra Modi’nin, 24 Mart akşamı, 4 saat sonra başlayacak bir sokağa çıkma ve kamu ulaşımı yasağı ilan ettiği Hindistan’a ait. Bu baskın yasak, kırsal kesimlerden büyük şehirlere gelen ve günlük kazanıp günlük yiyen ve söylemeye gerek yok ki alt kastlardan gelen milyonlarca kadın, erkek ve çocuğun yüzlerce kilometre ötedeki köylerine doğru aç, susuz, yayan yapıldak yola çıkmalarına neden oldu. Şanslı olanlara gönüllü grupları ulaşıp su ve yiyecek dağıttı. Şanssız olanları yolda öldü. Bazıları virüsü taşıdıklarını ve ailelerine, ana-babalarına, yaşlı dedelerine bulaştıracaklarını biliyorlardı, ama açlıktan ölmemek ve sığınacak bir yer bulmak için başka çareleri yoktu. Bu yürüyüş sırasında sık sık, sokağa çıkma yasağını uygulamaya çalışan polis tarafından durdurulup dövüldüler, aşağılandılar. Hatta bazen bir araya toplanıp üzerlerine kimyasal dezenfektanlar sıkıldı. Hükümet birkaç gün sonra yollardaki bu insanların virüsü yayabileceğini fark etti, henüz köylerine ulaşamamış olanlar eyalet sınırlarında durdurulup kaçmaya çalıştıkları şehirlerin etrafına kurulmuş kamplara dönmeye zorlandı. Batı basını baştan sona insanlık ayıbı bu büyük göçü, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışını çağrıştıran “exodus” kelimesiyle duyurdu.
İnsan hakları diyarında yaşlı olmak
Avrupalılar Covid-19 salgınına hazırlıksız yakalandılar. Habersiz olduklarından değil. İki aydır Çin’de salgın sürüyor, bütün Avrupa basını Çinlilerin Wuhan’ı nasıl karantinaya aldığını yazıyor, politik yorumcular olumlamaz bir jestle başlarını iki yana sallayarak, bu tür çağdışı karantina uygulamalarının ancak Çin gibi otoriter bir ülkede olabileceğini söylüyorlardı. Sonra vaka sayıları arttı, yine fazla bir hareket olmadı, ta ki İtalya’da sağlık sistemi çökene kadar. O zaman panik başladı. İspanya’da, İngiltere’de, İsveç’te hastaneler Covid hastalarına yer açmak için boşaltıldı. Boşaltılanların bir bölümü yaşlı bakım evlerinden hastalardı, klinik durumlarına bakılmaksızın ve Korona testi yapılmadan bakımevlerine döndüler.
Bakımevlerinin durumu zaten çok iyi değildi, önemli bir kısmı özelleştirilmişti, üstelik son on yılın tasarruf tedbirleriyle ödenekler azalmıştı. Çoğu bakımevinde yaşlılar odaları paylaşıyordu, personelin enfeksiyon önleme konusunda eğitimi yoktu, doktorlar en iyi koşullarda yarı zamanlı uğruyorlardı. Birçoklarında personel de Covid-19 olmuş, işe gelememiş, ama işe gelmeyenlerin yerine yeni personel konulmamıştı. Salgın nedeniyle ziyaretçilere kapalıydılar, içeride olanları kimse bilmiyordu.
İlk haberler İspanya’dan geldi. Salgının ilerleyen aşamalarında, bakımevlerindeki ölüm sayıları kamuoyunda şok yarattıktan sonra, dezenfeksiyon için askeri birlikler yardıma çağrıldı. İspanya Savunma Bakanı bu çalışmalar sırasında bazı yaşlıları terkedilmiş bir şekilde yataklarında ölü bulduklarını söyledi. Adını koymasa da kitle bağışıklığı teorisiyle toplumun özellikle riski düşük kesimlerinin enfeksiyon geçirmesini doğal bulan ve kitlesel önlemler almayan İsveç, riski yüksek grupların korunacağı iddiasındaydı. Ama BBC’ye konuşan İsveç bakımevleri çalışanları, kendilerinden yaşlılardan hastalananları hastaneye göndermemelerinin istendiğini söyledi. Benzer talimatları içeren iç yazışmalar İsveç basınına yansıdı. Sonuçta İsveç dahil Avrupa ülkelerinin çoğunda ölümlerin yarısı yaşlı bakımevlerinde oldu. İnsan ister istemez Nilgün Cerrahoğlu’nun Cumhuriyet’te yazdığı gibi yaşlıların ölümünün, en azından bu ülkelerdeki bazı kesimler açısından pek de istenmeyen bir şey olmadığını düşünüyor.
Salgının yeni merkezi Amerikalar
Salgının ABD’deki seyri hakkında daha önce yazmıştım; kâr odaklı sağlık sistemi zamanında harekete geçirilememiş, etkin olamamıştı. Yazının yayınlanmasıyla aynı günlerde ABD bir baştan bir başa siyah bir zanlının, George Floyd’un, beyaz bir polisin gözaltına alırken uyguladığı şiddet sonucu öldürülmesine karşı protesto gösterileriyle sarsıldı. Uzun yıllardır süregiden siyah Amerikalılara yönelik polis şiddeti, dönem dönem çoğu yerel kalan protestolara yol açmıştı, ama bu kez tepkilerin yaygınlığı da, öfkenin miktarı da çok daha fazla. Covid-19 salgınının herkesten önce işsiz ya da enfeksiyona maruz kalma riskiyle çalışmak zorunda bıraktığı insanların önemli bir kısmı siyah Amerikalılar. En yüksek oranda hastalanan ve ölenler de onlar. Bu durumun protestoların seyrini etkilemediğini söylemek mümkün değil.
ABD’de bunlar olurken, Rio de Janeiro’da sefaletin kol gezdiği favelaları ve Sao Paolo’nun şehrin çeperindeki yoksul semtlerini kasıp kavuruyor Korona. Brezilya Başkanı Jair BolsanaroVirüsün varlığını ve önemini inkâr ederken, salgınla tek başlarına mücadele etmeye çalışan şehir yönetimlerinin başarılı olma şansı çok yüksek değil.
Koronavirüs en çok neyi seviyor?
Koronavirüs Covid-19, bu basit yapılı, biraz genetik materyal etrafında basit bir koruyucu kılıfı olan virüs varolmak ve üreyebilmek için yeni konakçılar bulma mücadelesini sürdürürken çok övündüğümüz medeniyetimizin bütün özelliklerinden yararlanıyor. En çok da çok hareket eden, mesela bir uçağa atlayıp binlerce kilometreyi bir günden az bir zamanda geçebilenleri, kalabalıklar halinde yaşayan ve çalışan, kalabalıklar halinde tıkış tıkış metroların, otobüslerin, birinden inip diğerine geçen, kendini çok iyi hissetmese bile bunları sürdürmek zorunda olanlarımızı seviyor. Bugüne kadar “medeniyetimizin” inşa ettiği sosyal yapılar bunları kendisine fazlasıyla sağladı, sağlamaya da devam edecek. Bilgi ve teknolojide ilerlemiş ve korunma yollarını öğrenmiş olsak bile, binlerce yılda ilmek ilmek dokuduğumuz bütün ayrımlar, ırk, yaş grubu, gelir düzeyi vb üzerinden yarattığımız bölünmeler, virüsün etrafını çevirip yok etmemizi önledi ve önlüyor. Koronavirüsün yolculuğu daha bitmedi, sürecek ve bize ayna tutmaya devam edecek.
“Korona, korona
Söyle bana.
Daha ne çirkinlikler var dünyamızda?”
Tabi ki korona virüsün gösterdiği ayna hayalinin bir köşesinde Türkiye de var, o yansımalara bir başka yazıda bakacağız hep birlikte.