CHP milletvekili Murat Emir, 29 Eylül günü Twitter hesabından Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı rakamların vaka sayılarını gizlediğini, Sağlık Bakanlığı Bilgi İşleme ait 10 Eylül 2020 tarihli bir belgenin vaka sayısını 29.377 olarak gösterdiğini, Sağlık Bakanlığı’nın ise aynı gün 1.512 yeni hasta ilan ettiğini açıkladı. Milletvekilinin iddiasına göre günlük vaka sayısı 30 binlerde, yani bakanlığın açıkladığı hasta sayısının yirmi katıydı.
Sağlık Bakanı 30 Eylül akşamı bir basın toplantısı düzenledi ve toplantıya “dünyada vakaların hepsinin tespit edilemediğini, edilmek de istenmediğini”, durumun “vaka tespitinde gerekli ataklığı gösterenlerin aleyhine sonuçlandığını” söyleyerek başladı.
Trump, Bolsonaro…
Bu şikayet çok yeni değil, daha önce de ABD Başkanı Donald Trump, aslında salgınla mücadelenin ABD’de çok kötü gitmediğini, çok test yapıldığı için çok vaka bulunduğunu söylemişti. Gerçi ABD’de güçler ayrılığı işlediği ve kurumların bağımsızlığı olduğu için testler yapılmaya, vaka sayıları şehir şehir, kasaba kasaba ilan edilmeye devam edildi. Yine benzer şekilde Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro da vaka sayılarının hızla arttığı mayıs ayında salgınla ilgili veri yayınlanmasını önlemeye çalışmış fakat bu çabası mahkemenin, vatandaşların bilgi alma hakkını savunan kararı sonucu boşa çıkmıştı. Bunlar nispeten açık ülkeler, birtakım başka ülkelerde rakamların üzerinde oynandığı ya da ülkenin sağlık ve idari altyapısındaki zayıflıklar nedeniyle yeterince test yapılamadığını ve veri toplanmasında sorun olduğu biliniyor, tahmin ediliyor.
Türkiye dünyanın neresinde?
Hepimizin, en çok da Sağlık Bakanı’nın vermesi gereken önemli kararlardan birincisi Türkiye’nin hangi grup içinde yer alması gerektiği? Sağlık sistemi güçlü, salgını kontrol altına almak için gerekli olan yaygın test yapma yeteneğine sahip, sağlık alanında yaptıklarının kaydını doğru dürüst tutabilen, bu kayıtları hızla toplayıp analiz edebilen ve kendi kamuoyuyla ve dünyayla ilişkilerini gerçekler üzerine kuran “gelişmiş ülkeler” arasına mı, yoksa ortalıkta gezen, bulaştırıcı olduğunu bildiğimiz belirtili (semptomatik) ya da belirtisiz (asemptomatik) enfekte insanlarını ne tespit edebilen, ne bunları doğru dürüst kayıt edebilen, ne de bu kayıtları düzgünce toplayıp analiz edebilen, bunların üstüne bir de bürokrasinin ve politikacıların sağlık dışı çeşitli kaygıları (ticari, ekonomik, politik) nedeniyle sonuçlarla oynayan, saklayan “az gelişmiş ülkeler” arasına mı? İkinci gruptakiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre en riskli ülkeler. Çünkü sayıları yüksek bile olsa birinci grup ülke durumu bildiği ve açıkladığı için hem kamu hem vatandaşları gerekli tedbirleri hızla alabilir ve bulaşmayı kontrol altına alabilir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün vaka tanımı çok açık
Bakan 30 Eylül basın toplantısının önemli bir kısmını Koronavirüs enfeksiyonlarında vaka ile hastanın aynı şey olmadığını anlatmaya ayırdı. Tekrarlamayacağım. Zira pandeminin başından beri birkaç yazı okumuş, biraz televizyonda ya da internette sohbet dinlemiş herkes Koronavirüs enfeksiyonlarının bir kısmının belirtisiz ya da çok hafif belirtilerle geçtiğini biliyor. Bakan “belirtisi olanlara hasta diyoruz” dedi ama belirtilerin de çok çeşitli, ve değişik ağırlık derecelerinde olduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz ve bir türlü öğrenemediğimiz, bizim Sağlık Bakanlığımızın hasta diye sınıfladığı kişilerin nasıl belirlendiği. Ağır hastalar mı, yani yoğun bakımda mı yatıyorlar, yoksa hastanede yatıyor ama normal servislerde mi takip ediliyorlar? Yoksa ağır belirtileri olmasına rağmen genç ve kronik hastalığı yok diye eline ilaç verilip eve gönderilenler mi? Bu soruya aynı basın toplantısında da bir gazetecinin sormasına rağmen net bir cevap alamadık.
Az belirtiyle dolaşanlar daha mı az tehlikeli?
Oysa bu önemli çünkü enfeksiyonu taşıyanların beşte biri klinik belirtiler veriyor ama yirmide biri çok ağır hasta oluyor ve yoğun bakım tedavisi gerektiriyor. Fakat hepsi enfeksiyonu bulaştırabiliyor. Toplum sağlığı açısından dışarıda belirtisiz, az belirtiyle dolaşanlar hastanede yatanlardan daha tehlikeli. Bakanlığın hangi grubu bize ilan ettiğini öğrenemedik ama, ilan edilen resmi hasta sayılarının testi pozitif herkesi içermediği, nihayet yetkili bir ağızdan doğrulanmış oldu.
Sorun 1: DSÖ’ye doğru bilgi vermemek Türkiye’nin itibarını zedelemez mi?
Bakanın hasta/vaka üzerine yaptığı açıklama birçok sorunu birlikte getiriyor. Birincisi Sağlık Bakanlığı DSÖ’ye bize de ilan ettiği hasta sayılarını bildiriyor. DSÖ sitesinde Türkiye’nin 27 Eylül tarihi itibariyle son 7 gün için 11.618 ve salgın başından itibaren de toplam 312.966 “confirmed case” bildirmiş, yani bize ilan edilen hasta sayıları. Oysa DSÖ “confirmed case” için şu tanımı kullanıyor: “klinik belirti ve bulgu olsun olmasın, laboratuvar testiyle doğrulanmış Covid-19 hastalığı”. Bu durumda Sağlık Bakanı en azından 29 Temmuz’dan itibaren DSÖ’ye yanlış bildirimde bulunduğunu söylemiş oldu. Acaba bu Türkiye’nin itibarını nasıl etkileyecek? Bir pandeminin ortasında, her ülkenin diğer ülkeleri yakından izlediği ve kiminle nasıl etkileşimde bulunacağına, vatandaşlarına hangi ülkelere gidip gitmeme tavsiyesi vereceğine, nerelerden gelenlere karantina uygulayacağına karar verdiği bir dönemde, bu açıklama Türkiye’yi ve Türk vatandaşlarını nasıl etkileyecek?
Sorun 2: Rakamların uyumsuzluğu
İkinci sorun, elmalarla armutları toplamak. Yine bakanın basın toplantısında açık bir şekilde söylediği üzere, 29 Temmuz’dan sonra vaka sayılarının ilanı durduruldu, yerine hasta sayıları ilan edilmeye başlandı. Ve o günden itibaren hasta sayıları daha önceden ilan edilen vaka sayılarına eklenerek devam edildi. Yani 29 Temmuz’da ilan edilen 942 yeni hasta sayısı, 28 Temmuz’daki 227,982 toplam vaka sayısına eklenerek, 228,924 toplam hasta sayısı ilan edildi. Oysa hastalarla vakaların aynı şey olmadığını biliyoruz, bakan da ısrarla öyle söyledi. O halde niye bunlara aynı şeymiş gibi davranıldı ve davranılmaya devam ediliyor?
Sorun 3 Salgının kontrolüne zarar veriyor
Üçüncü sorun da “hasta sayısı” diye ilan edilen sayılarla salgını izlemenin çok daha güç olması. Zira salgın biliminde yerleşmiş bütün izleme araçları, örneğin meşhur R sayısı bulaştırıcılığı olan kişiler üzerinden hesaplanır. Koronavirüs enfeksiyonlarında belirtileri olanların (hastalar) yanı sıra belirtisizlerin de bulaştırıcı olduğunu biliyoruz, hem uzmanların, hem toplumun gereksinim duyduğu sayı toplumda kaç kişinin enfekte olduğunun bilinmesi. Bu ne kadar doğruya yakın saptanırsa, salgının yönetimiyle ilgili kararlar o kadar doğru ve etkili olur. Bu yüzdendir ki DSÖ sık sık salgınla mücadelede en önemli şey “test, test, test” diyor. Maksat yalnızca belirtilileri, ağır hastaları değil, virüsü taşıyan herkesi saptamak. Bizim test kriterlerimiz hala yalnızca belli bulguları gösterenleri test etmek yönünde, bunun yanı sıra yapılan testlerden kaç kişinin pozitif olduğunu da bir türlü öğrenemiyoruz. Bu salgının kontrolü için verilen mücadeleye zarar veriyor. Bakanlığın elinde bu sayılar var, zira bakan bulaştırıcılığın azaldığını söyledi; R, 1’e yaklaşmış. Ne iyi. Demek ki daha yüksekmiş. Ne zaman yüksekmiş, ne kadar yüksekmiş, nerede yüksekmiş? Bilmemiz gerekmiyor, düşerse müjde olarak alacağız. Çocuklara her şey söylenmez, yalnızca iyi haberler verilir. İnsan ister istemez, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki müthiş pasajı hatırlıyor. “[Hürriyetin] bu kısacık ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık”. Büyük üstat memleketin ruhunu okumuş. Roman yayınlanalı 60 yıl geçmiş, ama değişen bir şey yok.