Kıbrıs’ın ikiye bölünmesinden bu yana Yunanistan ne zaman Avrupa ve Amerika’nın desteğini talep etmiş ve bu talep olumlu karşılanmışsa, sonuç daima Türkiye’nin Batı’dan biraz daha uzaklaşmasına sebep oldu.
1 Ekim 2020 tarihinde Brüksel’de Devlet ve Hükümet Başkanları düzeyinde toplanan Avrupa Birliği Konseyi, yayınladığı ortak bildiride, “AB’nin, Yunanistan ve Kıbrıs’ın egemenliklerine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayan ve AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs’la tam bir dayanışma içinde bulunduğunu tekrar eden” bir karar kabul etti. (Ortak Bildirinin kapsamlı değerlendirilmesi için Bkz. BE Selim Yenel GRF Info)
Her ne kadar Yunanistan ve GKRY bu zirvede Türkiye’ye yaptırım kararı çıkmasını bekliyor idiyse de bu beklentilerinin, esas itibariyle Almanya’nın dengeleyici diplomasisi sebebiyle gerçekleşmediği (fakat bazı kayıtlarla ertelendiği) anlaşılıyor. Bununla birlikte Ortak Bildiri’de AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs’a (GKRY) verdiği güçlü siyasi desteğin Yunanlılar ve Rumlar için oldukça tatmin edici bulunduğu muhakkak. Çünkü yüzyıllardan beri kendini Türklerle ezeli bir kavga içinde gören ve 1821’de başlayan bağımsızlık mücadelesinin bittiğine inanmayan Yunan halkı Avrupa’nın, Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı korumak için seferber olacağı hayali içinde yaşıyor. Ortak Bildiride yer alan güçlü siyasi destek gerek Ege’de, gerek Doğu Akdeniz’deki Kıbrıs ve Enerji sorunlarında tam da bu hayale karşılık verir nitelikte.
Ne var ki gerçek hayattaki gelişmeler biraz daha farklı yaşanıyor. Türkiye gibi 82 milyon nüfuslu ve Akdeniz’de 1500 km uzunluğunda kıyı şeridine sahip (Kıbrıs Adasının 480 kilometresine nazaran) bir devletin kendisini Doğu Akdeniz’de tehditlere kolayca boyun eğmeyecek bir ülke olarak görmesi doğal. Nitekim AB’nin bir süredir dile getirdiği yaptırım tehditleri Türkiye’nin arama faaliyetlerini 2020 boyunca hiçbir şekilde etkilemedi. Aksine Türkiye bu iradesini Yunanistan‘la doğrudan çatışmaya sebebiyet vermeden, fakat teknik donanımını sürekli arttırarak ve yeni diplomatik hamlelerle genişleterek şimdiye kadar kararlılıkla sürdürdü.
Kıbrıs’ın ikiye bölünmesinden bu yana Yunanistan ne zaman Avrupa ve Amerika’nın desteğini talep etmiş ve bu talep olumlu karşılanmışsa, sonuç daima Türkiye‘nin Batı’dan biraz daha uzaklaşmasına sebep oldu. Aslında bu dışlanma sürecini 1975’teki Amerikan silah ambargosuna kadar geri götürmek doğru olur. ABD’nin o tarihteki bu önlemi Türkiye’nin savunma sanayiinin gelişmesine, Batıya bağımlılık derecesini azaltmasına ve bu günkü düzeyine ulaşmasında başat rolü oynadı.
AB’nin, Kıbrıs sorunu çözüme kavuşmadan kendi koyduğu ilkeleri çiğneyerek Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) Avrupa Birliği’ne üye olarak kabul etmesi ise Türkiye’nin Avrupa’dan, hatta Batı dünyasından dışlanmasını bir nevi tescil ediyor. Öte yandan Kıbrıslı Rumlar, AB’nin Belarus’a yaptırım kararının uygulanmasını Konsey’in bu son toplantısına kadar, yani aylardan beri engellemeyi başardı. Tüm bu gelişmeler, Avrupa Birliği’nin 800.000 Kıbrıslı Rum’u kazandığı, ama buna karşılık 82 milyon Türk’ü kaybetmek riskini göze aldığı izlenimini hatıra getirmekte.
Bu gün Doğu Akdeniz’de, deniz yataklarındaki enerji kaynaklarının paylaşılmasından doğan sorunların çözümsüz kalması dahil, Güney Doğu Avrupa’da barış ve istikrarı tehdit eden gerginliklerin temel sebebi, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959-60 Londra ve Zürih Antlaşmalarının başta Yunanistan ve GKRY olmak üzere, bölge ülkelerince çiğnenmesinden kaynaklanıyor.
Bu Antlaşmalar adada ve çevresindeki doğal kaynakların kullanılmasında her iki tarafın, yani hem Türk, hem de Rum tarafının, rızalarının aranmasını öngörmekte. Bunun anlamı söz konusu doğal kaynakların tasarrufu için tarafların birbirlerine danışma zorunluğunu öngörmesi. Ancak Rumlar adanın Güneyinde bulunan doğal kaynakların kendi hakları olduğunu savunuyorlar. Bu iddia tabii ki Londra ve Zürih Antlaşmalarına taraf olan Kıbrıslı Türkler ve Garantör Devlet olan Türkiye tarafından kabul edilmemekte. Garantör ülkelerden bir diğeri olan Birleşik Krallık ise, adada sahip olduğu egemen üslerin meşruiyeti Londra ve Zürih Antlaşmalarından kaynaklandığı için, bu antlaşmaları geçerli saymaya devam ediyor. Nitekim İngiltere Parlamentosu söz konusu antlaşmaların geçerli olduğunu, bir soru önergesi üzerine 30 Temmuz 1997 tarihinde yazılı olarak teyit etmiştir.(*)
Londra ve Zürih’te akdedilen Antlaşmalar alelade hukuki belgeler değildir. Üç Garantör Ülke Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Parlamentoları tarafından onaylanmış olan ve Birleşmiş Milletlere tescil edilmiş bulunan antlaşmalardır. Bu nitelikleriyle Devletler Hukukun en yüksek değer skalasında yer alan geçerli uluslararası hukuk belgelerini oluşturuyorlar.
Ayrıca taraflardan birinin bu anlaşmaları geçersiz sayması bu antlaşmaların geçerliliğine halel getirmez. Uluslararasında bir statü ihdas eden bu tür Antlaşmalar taraf olmayanlar için de bağlayıcıdır. Yunanistan geçmiş yıllarda söz konusu Garanti Anlaşmasından feragat ettiğini belirtmişti. Yunanistan’ın bir antlaşmada kendisine tanınan bir haktan feragat etmesi kendi bileceği bir iştir. Ancak bu tavır Garanti Antlaşmalarının geçerliliğini etkilemez.
Türkiye’nin, Londra ve Zürih Antlaşmalarının geçerliliğinin uluslararası toplumca unutulmaması üzerinde durmasının önemi açıktır. Bunun da yolu hükümetlerarası diplomatik ilişkiler kadar, belki de bundan daha fazla, halk oylarının kritik önem taşıdığı demokratik Batı ülkelerinde, kamu oylarına hitabeden sözlü, görsel ve yazılı basından, parlamentolar arası temaslardan, sivil toplum etkinliklerinden, yani kamuoyu diplomasisinden geçmekte. Söz konusu antlaşmalar, sırf Kıbrıs’ta iki toplum arasında değil, bölgenin tamamında ve tabiatıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki barış, istikrar, işbirliği ve dengenin korunmasına da katkı sağlayabilecek nitelikte antlaşmalar.
Hâl böyle olmakla beraber bu günün uluslararası düzeni, kurallar temelinde değil, kuvvetler dengesi temelinde yürüdüğü için devletlere, istemedikleri anlaşmaların geçerliliğini barışçı yollarla kabul ettirmek gerçek hayatta pek mümkün olmuyor. Kıbrıs’taki 1959-60 hukuki düzeni ise uluslararası toplum tarafından adeta unutulmaya terk edilmiş vaziyette. AB pasaportlarına sahip olan artan sayıda KKTC vatandaşları olduğunu biliyoruz. Güçlü bağlayıcı vasıflarına rağmen, bu antlaşmalara eğer biz, Garantör Devlet sıfatını da taşıdığımız halde, sahip çıkamamayı sürdürürsek başka kimse sahip çıkmaz. O zaman da Makarios’un takriben yarım yüz yıl önce Kıbrıs için önerdiği “uzun vadeli mücadele stratejisi” galebe çalmaya doğru yol almaya devam edecek.
Lozan Antlaşması esas itibarıyla Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara sınırlarıyla ilgili olup deniz sınırlarını belirlemiyor. Bu belirsizlik Ege’de Yunanistan’ın oldu bitti politikaları dolayısıyla iki ülke arasında yıllardan beri pek çok yeni sorunlar yaratarak tehlikeli istikrarsızlıklara ve güvensizliklere sebep oluyor. Çünkü bu sorunların bir kısmı egemenlik meselesini ilgilendiriyor. Yani temel sorunlar.
Bir kısmı ise ciddi siyasi ihtilaflara sebep olacak nitelikte olmayan ve aslında iki taraf arasında iyi niyet atmosferi içinde pratik şekilde çözülebilecek teknik sorunlar. Ancak Ege’nin jeolojik özelliği, yani serpiştirilmiş sayısız adacık ve kayalıklarla dolu olması, bu deniz alanında hemen her teknik meseleyi bir mülkiyet sorununa dönüştürüyor. Sıradan bir karaya oturma kazası, Kardak olayında yaşandığı gibi paha biçilmez bir miras meselesi haline geliyor. Türkiye ile Yunanistan arasında uzun yıllar süren fakat hiç bir sonuç vermeyen Yüksek Düzeyli İstikşafi Görüşmelerin kesilmesi de iki ülke deniz filoları arasında silahlı çatışma riskini beraberinde getiriyor. Şimdi bu görüşmelerin yeniden başlaması belki mevcut gergin durumu ve risklerin azaltılmasını sağlayabilir. Ama temel sorunları çözmez.
Ege’de karasularının genişliği; kıta sahanlıklarının belirlenmesi; deniz sınırlarının tespiti; uluslararası antlaşmalarla egemenliği Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların statüsü; hava sahalarının genişliği; Uçuş Malumat Bölgesi (FIR); Doğu Ege Adalarının antlaşmalara aykırı şekilde silahlandırılması; Arama Kurtarma (SAR) faaliyetleri için yetki alanlarının belirlenmesi gibi zengin bir katalog oluşturan ve bir kısmı egemenlik meselesini ilgilendiren anlaşmazlıklar. Bu anlaşmazlıkların Yunanistan tarafından oldu bittiye getirilerek çözülebileceğine Türkiye’nin göz yumacağını düşünmek kuşkusuz safdillik olur. Bu sorunlar ancak Yunan siyasetçilerin tüm beyanlarında dillerinden hiç düşürmedikleri “Değerler, Avrupa Birliği normları, Devletler Hukuku ve uluslararası antlaşmalara riayet” gibi, barış ve işbirliği patikalarında cesaret ve gönüllü iradeyle ilerlendiği takdirde çözülebilir.
Bu çerçevede Türkiye tarafından önerilen kapsamlı bir Doğu Akdeniz Konferansı’nın 1 Ekim’deki AB Konseyi Zirvesi’nde kabul edilmiş olması önem taşıyor. Zira tüm ilgili tarafların katılımıyla gerçekleştirilmesi önerilen bu “Çok Taraflı Akdeniz Konferansı” (**) yukarıda değinilen sorunların yapıcı bir yaklaşımla ele alınması ve tartışılması için değerli bir fırsat oluşturabilir. Ancak Konseyin 1 Ekim tarihli Ortak Bildirisi’ne itiraz etmeyen Kıbrıslı Rumların iş gerçeğe dönüşünce tüm ilgili tarafların katılacağı böyle bir Konferansın gerçekleştirilmesine razı olabileceklerini düşünmek fazla iyimserlik olur. Ama, her hal ve karda Türkiye’nin bu konferansa diplomatik bakımdan iyi hazırlanması gerekeceği açıktır. Bu amaçla halen düşük düzeyde ilişkiler içinde olduğumuz bir kısım Doğu Akdeniz ülkeleriyle münasebetlerimizi, bu önerimizle ahenkli bir düzeye getirmemiz yararlı olabilir.
——
(*) The Lord Manson asked Her Majesty’s Government:
Whether they (and to their knowledge) the United Nations consider the following still fully in force, and binding upon the High Contracting Parties:
ANSWER
BARONESS SYMONS OF VERNHAM DEAN
We consider both Treaties to be in force. We believe the UN shares this view.
Wednesday 30 July 1997
(**) “Multilateral Conference on the Eastern Mediterranean and invites the High Representative to engage in talks about its organisation. Modalities such as participation, scope and timeline will need to be agreed with all involved parties.”
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 23 Kasım’daki basın toplantısında Donald Trump’ın 20 Ocak 2025’te başlayacak ikinci…
İçişleri Bakanlığı'nın tartışmalı bir kararla Tunceli ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine kayyum ataması,…
Kendimden korkuyorum artık. Bıkkınlık gelip Stockholm Sendromuna yenik düşmekten, sahte mutluluk yaşayıp adalet mücadelesini bırakmaktan…
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugün 22 Kasım'da Ankara’da yargılanmaya başlaması Türkiye’de siyaset üzerindeki…
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…