Buse, İdil, Elif ve en son Ayda teker teker enkazdan çıktığında hepimiz tarifsiz sevindik ama çocuklardan hayatta kalmak için mucize göstermelerini beklemek nasıl bir aymazlıktır!
“Mucize” demek, “aklımız ermiyor” demek. Bu yüzden İzmir‘de olanları geç de olsa bu kez idrak etmek zorundayız.
AFAD Başkanı Mehmet Güllüoğlu da dahil olmak üzere yetkililer ve uzmanlar, deprem anında doğru hareket etmenin elbette önemli olduğunu ama asıl hayat kurtaranın doğru inşa edilmiş yapılar olduğunu söylüyor.
Yani, “yaşam üçgeni” dediğimiz şeyin kendisi yalan değil ama bir “mucize.” Deprem anı, çizimlerdeki gibi yaşanmıyor ve AKUT Başkanı Recep Şallı’nın da dediği gibi “Sadece tavan değil, taban da çöküyor.”
Bizim sorunumuz da burada, “tabanda” başlıyor. Çünkü binalar da ülkeler gibi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya inşa ediliyor.
Derler ki insan olarak ortak tabanımızda üç şey var: Beslenme, barınma, üreme. Elbette on binlerce yıl içinde bunun üzerine çok şey inşa ettik ama ilkel “yaşam üçgenimiz” bu.
Atalarımız gibi avlanmıyoruz, toplamıyoruz. Beslenmek için satın almamız gerek.
Ama neyle? Kazandığımızla mı? Maaşınız, kazancınız geçen aydan bu aya yüzde 2,13 arttı mı? Geçen yılın ekim ayından bu yana yüzde 11,89 arttı mı? Cevabınız hayır ise enflasyonla iyi mücadele edemiyorsunuz demek! Ki TÜİK gibi bir devlet kurumu, en çok itibar kaybı yaşadığı, en çok sorgulandığı dönemi yaşıyor. Yani işsizlikte, çocuk istihdamında, döviz rezervlerinde olduğu gibi enflasyon konusunda da emin değiliz, Şizofrengi dergisinin mottosu gibi, “Bütünüyle kuşkudayız.”
Merkez Bankası, 4 Kasım günü TÜFE bazlı reel efektif döviz kurunun ekim ayında tarihinin en düşük seviyesi olan 60,66’ya gerilediğini açıkladı.
Ülkenin açık sözlü ekonomistlerinden Uğur Gürses, 2 Kasım’da onca rakam arasından şunu çekmiş: “Son 1 yıllık kur artışı yüzde 50’yi buldu. TL bu değer kaybını (yüzde 32) hak etmiyordu. Kötü yönetim her ülkede kendi parasına değer kaybettirir…”
Meselenin bu kısmı sadece maaşını dolarla alanları ilgilendirmiyor. Vazife listesinde TL’yi korumak bulunan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albyarak’ın dediği gibi “büyüme rotasında” mıyız, yoksa tıpkı döviz kuru gibi “eve ekmek götürme” işini de çok mu abartıyoruz?
Beslenmede durum bu. Barınma konusunu ise yine ateşli tartıştığımız ama yine çözmekten çabuk vazgeçeceğimiz bir dönem yaşadık. Ufacık bir alanda sıralı binalar, çürük dişler gibi çöktü. Gecekondu değil bunlar, bir imar şehvetinin sonucu inşa edilmiş, kentin “gelişen” mahallelerindeki yasal binalar. Her ne hikmetse yıllarca üzerine inşaat yapılmamış mandalina bahçeleri üzerine dikilmişler.
Vazife listesinde barınma güvencemiz bulunan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un “Tüm Türkiye’ye sesleniyorum. Riskli binalarımızın tespitlerini yaptıralım, riskli binalarda oturmayalım” sözleri, özellikle muhalif kesimleri kızdırdı. Bakan, sorumluluğu halka yüklemekle, bunun salgın konusunda da karşımıza çıkan bir hükümet politikası olduğuyla eleştirildi. Fakat bu “temenni” aslında bir çaresizliğin ifadesi. Bakan kamudan “mucize” bekliyor.
1999 Büyük Marmara Depremi’ni yaşayanların duyunca dahi irkildiği “Sesimi duyan var mı?” sözü akıllardayken bakanı duymamız mümkün değil. Ömür boyu çalışarak ucu ucuna, borçla harçla alınan evler, özellikle Anadolu’da bir o kadar parayı daha müteahhitlere vererek yenilenmiyor.
AKP’li üst düzey yöneticiler, kendilerini iktidara getiren süreçte 17 Ağustos depreminin etkisini hiç inkar etmediler. Ayrıca kendilerini “inşa eden” hükümetler olarak tanımladılar ki 2002-20010 arasında konut üretimi, sonrasında “mega projeler” büyüme rakamlarında önemli rol oynadı. Ama politikaların insan merkezli olmadığı, üstelik bu gayeden giderek uzaklaştığı aşikar. İzmir’de henüz enkaz kaldırılıyorken, 4 Kasım’da Cumhurbaşkanı’nın Kanal İstanbul’un etrafına kurulacak Yenişehir’in bağlantı yolları için İstanbul’da beş ilçedeki parseller için acele kamulaştırma kararı Resmi Gazete’de çıktı.
Üreme meselesini de yine ilkel atalar gibi değil, bir insan yetiştirmenin onuru diye ele aldığımızda başka bir zeminsizlik karşımıza çıkıyor. Ama güncel konularda kalalım derseniz, depremden önce en çok gördüğümüz çocuk fotoğraflarının, her gün internete erişim sağlamak için kilometrelerce yol giden öğrencilere ait olduğunu hatırlayalım, yeter. Mardin’den Aydın’a uzanan bir foto galeri gözümünüz önünden geçti. Kent yoksullarının evlerindeki sorunları, “alternatif” medyada da olsa okuyabildik. Çocuklardan yine “mucize” bekledik. Hani uğruna yollara düştükleri bu eğitimin niteliği ve içeriği de tartışma konusu ama çocukların güvenliğini bile yer yer, mesela tarikat evlerinde, yanan yurtlarda mucizelere bıraktık…
Zemindeki üçgenin üzerinde bir başka üçgen duruyor ve Türkiye bu yasama-yargı-yürütme üçgenini de 1999 depreminden bu yana öncesinden daha çok tartıştı. 28 Şubat ve vesayet hararetlenen tartışma evirilerek, aldatıla kandırıla Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine kadar geldi ve bugün hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini tespitte zorlanıyoruz.
İşte bu üçlünün teminatı diye bildiğimiz, dördüncü kuvvet dediğimiz medya da o günden bugüne epey değişti.
1999 depreminin ilk saatlerinde Gölcük’te, Yalova’da ne olduğunu anlayamamıştık. Bu kez ilk gök fotoğrafı dakikalar içinde ekrandaydı. Ama gerçekte ne olduğunu anlamamıza yardım edecek olan ana akım –dolayısıyla daha çok imkana sahip– medyanın aklı fena halde karışıktı.
“Cumhurbaşkanının talimatıyla” İzmir’e gönderilen bakanın enkaz üzerindeki “telefon kapma” jestine dönük eleştirilere kulaklarını kapayan, bunu neredeyse öven Hürriyet, 18 Ağustos 1999’da yaptığı geç baskıda “Katiller” diye manşet atmış, müteahhitlerden hesap sorulmasını talep etmişti. Milliyet, “Halk Sahipsiz” demişti. Ana medya o gün de dördüncü kuvvetliğini dört dörtlük yapamıyordu ama bu denli tek renk değildi.
Mesela 99’da kendi hak mücadelelerini bırakıp depreme koşan Somalı madenciler, arama kurtarma bittikten bir gün sonra yürüyüş yapmak istediğinde kaba kuvvete maruz kalsaydı, bu her yerde haber olurdu.
Mucizeler o zaman da haberdi ama haber bulmak, okumak mucize değildi. Ve AKP’yi iktidara getiren süreçte medya bugünkü gibi tek elden kamçılanıyor olsaydı, işleri mucizeye kalmış olurdu.
Oysa sağduyu depremde de siyasette de mucizeyi değil, tabii olanı beklemeyi gerektirir. 114 kişinin öldüğü bir afete siyaset karışmamasını talep etmek hatta buyurmak ise mucizeye kurşun atmaktan öteye gitmez.
MHP ile DEM Parti düşman çatlatmaya devam ediyor. Kötü anlamda söylemiyorum. Kürt işleri özellikle Suriye’de…
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…