Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Charles Michel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı 6 Nisan’da Ankara’da ziyaret etti.
AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in mağduru olduğu protokol kazası ve sonrasındaki beyanatlar, Türkiye-AB ilişkilerine hakim olan havayı bir kere daha gözler önüne serdi.
Aralarında birlik ve işbirliğinin sağlayacağı devasa potansiyeli gerçekleştirmek, yakın gelecekte dünyanın birkaç güç blokundan birisi haline gelerek dünyada özgürlükçü demokrasi cephesini güçlendirmek, dünya huzur ve barışına katkılarda bulunmak için çalışmak yerine; bu yolda iğne başı ilerleme fırsatlarını bile kişisel çekişmeler ve protokol krizleriyle heba etmek… AB ile Türkiye ilişkilerine egemen olan şey işte bu vizyonsuzluk, menfaatleri ilkelerin önüne koyan tutarsızlık ve çifte standarttır.
Diplomatik protokol, sosyal nezaket
Türklerin “tanrı misafiri” geleneğinde misafiri tanrının gönderdiği, misafirin iyi ve güzel şeylerin habercisi olduğuna inanılır; o nedenle baş köşeye oturtulur. Uluslararası ilişkilerde ise ev sahibi ile misafir diplomatlar arasında eşitlik ilkesi geçerlidir, devletlerin aynı seviyedeki temsilcileri aynı seviyede durur ve otururlar.
Türkiye Cumhurbaşkanı’nın AB’deki muhatapları olan Ursula von der Leyen’in başkanı olduğu AB komisyonu ile Charles Michel’in başkanı olduğu AB Konseyi, diplomaside birbirine denk olarak kabul edilirler ve geçmişte öyle muamele edilmişlerdir. Zira bağımsız devletler arasında bir siyasi yapı olup henüz devlet haline gelmemiş olan AB’nin bu iki kurumu arasında bir denklik söz konusudur.
Charles Michel ile Ursula von der Leyen arasında kişisel bir çekişme olduğu, bunun normal AB işlerine yansıdığı ve bazen görevlerinin önüne geçtiği anlaşılıyor. Belli ki ikili; müşterek Ankara ziyaretlerinde kendi aralarındaki protokolü, kimin nerede duracağını belirlemeden gelmişler. Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın protokol görevlilerinin de bu çekişmeye dikkat etmedikleri, protokol krizini önleyecek tedbirleri almadıkları anlaşılıyor. Sonuçta birbirine denk olan 3 kişiden kadın olanı ayakta kalırken erkeklerin baş koltuklara oturması centilmence olmamış.
Protokol ayıbını önlemedikleri için Cumhurbaşkanlığı protokol görevlilerini kınıyorum. Daha önce Türkiye’ye karşı yapılmış bir protokol ayıbına karşılık vermek için yapılmış olsaydı bile kültür değerlerimize uymayan böyle bir hata hoş görülemez.
Esas ayıplanması gereken ise meslektaşı ve eşiti Ursula von der Leyen ayakta kaldığı halde Charles Michel’in koltuğa hemen oturmuş, durumu fark ettikten sonra da “Önce ben oturdum” tavrıyla koltuğa daha çok yerleşmiş olmasıdır. Bu davranış hem diplomatik olarak uygunsuzdur hem de bir kadına karşı gerçekleşmiş olması nedeniyle nezaket kuralları gereğince eleştiriyi hak eder.
İğne ve çuvaldız
Asıl sorun ise önyargılı Avrupalıların kendi temsilcileri arasındaki protokol sorununu Türkiye’ye yıkmak istemesinde ve Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın Sayın von der Leyen’i hem diplomat hem de kadın olarak küçük düşürdüğünü ima etmelerinde. “Önce iğneyi kendine batır, sonra çuvaldızı başkasına” özlü sözümüzü öğüt verebileceğimiz Mario Draghi’nin AB’nin tepe temsilcileri arasındaki kişisel çekişmenin diplomasiye yansıdığını göz ardı ederek Erdoğan’ı “diktatör” olarak nitelemesi, bu önyargının elle tutulur bir örneği.
Protokol kazasının ortaya çıkardığı sorunların temelinde yatan kök sebep, Türkçeye çifte standart olarak tercüme edebileceğimiz “hypocricy”; değerleri ve ilkeleri savunur gözükürken menfaatleri öne alan AB dinamikleridir.
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!” misali diplomatları normal işlerini yapmaktan alı koyan bu kriz de her zaman sorun çıkaran ve çıkarmaya devam edecek olan uzak görüşlü vizyondan uzak, dar görüşlü, kısa vadeli menfaatlere odaklanmış AB dinamiklerinin doğal bir sonucudur.
Bu dinamikler bu protokol krizi olmasaydı başka bir şeyin krizi olarak karşımıza çıkardı. Olumlu gelişmeler umduğumuz Varna görüşmelerinin hiç ilerleme sağlamamış olmasına neden olan sorun da sınırı izinsiz geçen iki Yunan askerinin iadesi meselesi değil miydi?
Egemen devletler arası eşitlik mi?
AB’nin çelişkili iç dinamiklerinin Türkiye ile ilişkilerde karşımıza çıkardığı sorunlardan birincisi iki egemen güç arasında eşitlik; AB’nin Türkiye’yi eşit haklara sahip, adaletle muamele edilmesi gereken bir muhatap olarak görmemesi sorunudur. Türkiye ve ortalama Türk vatandaşı perspektifinden bakıldığında AB; kendisini daha zengin ve güçlü büyük birader, Türkiye’yi güçsüz, fakir ve muhtaç küçük kardeş olarak gören, Türkiye’nin bu rolü kabul etmesini bekleyen, zenginliğini ve gücünü ilkelere dayalı, adil bir uluslararası bir düzen kurmak için değil daha çoğunu ve daha iyisini kendine almak için kullanan, özeleştiri bile yapmaksızın neden olduğu olumsuzluklardan başkalarını sorumlu tutan, “adaletsiz ağabey” rolüne soyunan bir güç olarak görünmektedir.
Gerçekten de Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğünde çözüm bekleyen uluslararası bir sorun olmasına rağmen Kıbrıs’ı AB tam üyesi yaparak Türkiye’nin karşısına geçen ve ilişkilerin ilerlemesini imkânsız hale getiren AB değil midir? Toplam sınırlarının neredeyse yarısı Ege Adalar Denizi ve Akdeniz ile çevrili, toprak yüzölçümü Almanya ve Fransa’nın toplamına eşit, 83 milyon nüfusu AB’nin 3’te birine yakın olan Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den ve uluslararası sulardan ceviz büyüklüğünde Meis adasını bahane ederek uzak tutmaya çalışan AB değil midir?
İlkeleriyle çelişen AB
İkincisi ve bana göre bütün sorunların temeli olan ise AB’nin savunduğu ilkeler ile çelişkili menfaat odaklı davranışlarıdır, yani tarihsel “hypocricy”, Türkçesiyle “ikiyüzlülük”.
Türkiye’yi hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve demokrasi sorunları yönünden şiddetle eleştirdiği halde AB, niçin tam üyelik müzakerelerine menfaatlerinin çok önde olduğu ekonomik fasılları öncelikli olarak görüşmeye açmıştır? AB’nin en şiddetli eleştirilerin yöneltildiği konuların üyelik müzakerelerinde 23. ve 24. fasıllarda olması nasıl izah edilebilir? Böyle yapan AB’nin tavrı “Önce menfaatlerimizi görelim, hukukun üstünlüğüne ve demokrasi konularına sonra geliriz” demek değil midir?
Fransa, İtalya, Romanya ve Slovakya’daki yargı bağımsızlığı (dolayısıyla demokrasi) Almanya ve İspanya’daki yargının siyasallaşması, birkaç küçük ülke istisna AB’nin genelindeki yargının meşruiyeti sorunlarına bir özeleştiri bile getirmeyen, verimli çalışan, etkili olarak hesapverir ve bağımsızlığını savunabilen bir yargı modeli oluşturamamış ve önerebilecek durumda olmayan AB; aday ve yeni üye ülkeleri yargı konularında hangi sebeple eleştirmektedir? Romanya ve Slovakya’da yaşanan yargı sorunların büyümesine ne kadar katkıda bulunduğunu AB değerlendirmiş midir? Sosyalist devlet yapısından liberal demokrasiye geçmeye çalışan Polonya ve Macaristan’da ortaya çıkan yargı ve demokrasi sorunlarının kök sebepleri olan meşruiyet meselelerine AB ne kadar hakimdir?
Türkiye ile samimi ve sağlıklı tam üyelik görüşmeleri başlatmamış olan AB’nin, tam üyelik perspektifiyle imzalanmış, Türkiye’nin ve Türk halkının oldukça aleyhine olan, üstelik miadı çoktan dolmuş bulunan Gümrük Birliği anlaşmasını güncellemeye yanaşmaktan kaçınması da menfaat güdümlü yaklaşımın can sıkıcı bir örneği değil midir?
Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ile temel insan haklarının gelişmesine vesile olmasını dilediğimiz AB, Akdeniz’de göçmenlerin botlarının batırılmasına, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de Filistin’de, Kuzey Afrika’da yaşanan çatışmalara insanlık dışı dramlara seyirci kalırken, Doğu Akdeniz’deki zengin hidrokarbon kaynaklarına ortak olmak için adaletsiz manevralar içine girmesindeki çelişkiyi nasıl açıklayabilir?
İnsan uygarlığının iki kere büyük harabiyet yaşamasına sebep olan bu kök sebep hypocricy’dir. Bu kök sebebi AB’nin 100-200 yıl uzağını gören ileri görüşlü bir vizyon geliştirerek terbiye edip ortadan kaldırması bütün dünya için önemlidir. Zira Avrupa uygarlığının bir kere daha çökmesi tehlikesi bu kez bütün insanlık uygarlığının çökmesi tehlikesini taşımaktadır. Bunun için AB’nin, ilkeleri savunur görünürken menfaatleri öne almayı bırakması, birlik içinde ve uluslararası alanda aynı değerleri savunması, ilkeleri benimsemesi yeterlidir.
Ursula von der Leyen’e karşı en üst seviyedeki temsilcisinin nezaketsizliği karşısında, Türkiye ile görüşmelerde kadınların toplumsal eşitliğine ve bu husustaki İstanbul Sözleşmesi’ne vurgu yaptığını beyan eden AB’nin samimiyetine kim inanır?