Epey zamandır spor basınının gündelik hay huyundan uzakta olmak ne iyi bir şeymiş, şu son birkaç günde daha iyi anladım. Uzunca aradan sonra bir vesileyle sosyal medyaya futbol tarafından bakmak durumunda kalınca başıma iş aldım. “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” misali ve parmaklarım da eski alışkanlıklarını özlemiş olmalı ki bu satırları yazarken buldum kendimi. Arandım ve belamı buldum açıkçası.
Ligin sonlarına geldik ya, futbolla ucundan kıyısından ilgili ve tartışmasız hepsi çok bilgili(!) “sporseverimiz”i yine çıldırmış buldum. Edirne’nin ötesinden birilerini getirip şu son birkaç günde olan biteni izletsen, okutsan, yaşatsan, “Siz deli filan mısınız” der, arkasına bakmadan kaçardı herhalde. Üstüne bir de siyasi gündemi koy, kaçmakla kurtulamaz, hayata küserdi kesin… E, bizim acı eşiğimiz yüksek. Ne kadar övünsek az!
Neyse, girizgahı uzatmayayım da televizyon programlarında, bir buçuk saatlik bir maçı, izlenebilmek uğruna olmadık numaralar yaparak, yetmezse birbirlerine küfür ederek, o da tutmazsa kavga ederek dört saat “yorum”layanlardan farkım olsun.
Evet, şu son hafta sadece adı “süper” ligimizde neler olduğunu anlatan bir yazı yazayım diye başlıyorum ama olanları düşündükçe ürkmüyor değilim.
Su uyur, Türk taraftarı uyumaz
Ligde geride kalan haftanın öne çıkan bir çok yanı konuşulabilir ama bana göre haftamız, kesinlikle maç satan veya satmaya teşebbüs edenlerin tespiti ile geçmiş oldu. Ancak şüpheliler henüz aklanmamış olduğuna ve hiçbir zaman da aklanamayacağına göre meseleler geçmiş değil.
Doğal olarak “muharebe sahalarımız”, şampiyonluk için 3’er puan arayla sıralanan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın maçları… “Çatışmaların” açılışı, hafta sonundan birkaç gün önce, “Beşiktaş’ın maçının neden cumartesiye alındığı” sorusuyla yapılıyordu. Yöneticiler ve “uzman” taraftarlar arası arbedede, en fazla zayiatı yine “hain” futbol federasyonu alıyor ama olay çok da uzatılmıyordu. Çünkü tüm kahraman tarafların bir not defteri vardı ve bu defterde önceden belirlenmiş daha önemli olaylar alt alta sıralanmış, onların gerçekleşmesi bekleniyordu. Evet, herkes enerjisini saklıyor ve cumartesi akşamına geliniyordu…
Beşiktaş, Kayseri; Galatasaray, Antalya ile aynı saatte oynuyordu. (Başlama saati 20.30’a alınmıştı. Çünkü oruç tutan bazı futbolcu arkadaşlar, vakit geldiğinde, saha kenarına koşup oracıkta toplu iftar yaptığından, “düşünceli” federasyon maçları 19.00’dan 20.30’a almıştı. Aslında ufacık çocuğa Ramazan diye çikolata vermeyen aile bakanının olduğu bir dönemde bu uygulamada geç bile kalınmıştı.) Gecikmiş maç saatini iple çekip pusuya yatan Fenerliler, tüm algılarını ve tabii sosyal medya hesaplarını açmış, ajandalarına not ettikleri “muhtemel olayları” bekliyordu. Sadece onlar mı? Galatasaray ve Beşiktaşlıların da bir gözü kendi maçlarındaysa, diğer gözü ezeli rakiplerinin maçındaydı. (Televizyon ekranını bölüp iki maçı birden izlemek gerçekten böyle bir şey).
“Beklentileri karşılayan” ilk hareketin gelmesi çok gecikmedi. Meğer bir illüzyon olan saçları artık bulunmadığı için sahaya her çıkışında, “bizi kandırdığı veya alay ettiği” düşüncesi uyandıran dünyaca meşhur hakemimiz Cüneyt Çakır, kendisini kandıran Beşiktaşlı futbolcu lehine, herkesle alay eder gibi bir penaltı veriyordu. Olabilirdi, yanılabilirdi. Ama VAR (Video Assistant Referee-Video Yardımcı Hakem) diye bir şey varsa bunun için vardı! Lakin, VAR’da on kameradan maçı izleyen diğer hakem, “Anlı şanlı Cüneyt üstadımız penaltı dediyse, penaltıdır” demiş olacak, karar değişmiyordu.
Kimsenin meseleyi “hep olabilecek bir hakem hatası” olarak görmeye niyeti yoktu. Sen misin o penaltıyı veren! Hemen, Fenerli ve Galatasaraylılar tarafından, tüm dünyaya ilan edilmek üzere Cüneyt Çakır’ın şeceresi çıkarılıyordu. Aslında bir yerlerden aranıp çıkarılmasına gerek de yoktu, sosyal medyalarına onlarca kere koymuş, caps’lerle, videolarla süslemişlerdi. (Korona yasakları yüzünden seyircisiz kalmış statlar hakemler için cennet bahçesinden farksızdı. Gerçi, burası sokağa çıkma yasağının, sokağa çıkılabilme şeklinde uygulandığı bir ülkeydi ama seyirci yasağı pek sıkı uygulanmakta ve hakemlerin hem kendisi, hem anası, hem bacısı rahat etmekteydi. Geçmişte o saatte en önemli tepki aracı, gazeteleri arayıp “Yazın bu ş…!” diye bağırıp çağırmaktı. Nitekim gazeteler de ertesi gün “Santralimiz kilitlendi” diye böbürlenerek halkın bu teveccühünü gururla yine aynı halka sunardı. Şimdi ise herkesin kendi medyası vardı ki bu dünyada en çok Türk milletinin işine gelmekteydi. “Bazı yerlere” dokunmadıktan sonra istediğinize istediğiniz kadar küfür edebiliyordunuz. Tehdit, hakaret, hedef gösterme vb. ise vakayı adiyeden olmuştu. Ceza meza yoktu. Yaşasın özgürlüktü!)
“Seviyeli fikirlerini” sosyal medya sahalarında özgürce dile getiren taraftarlarımız, Çakır’ı maçı Beşiktaş’a satmakla suçlamaktaydı. Zaten kendisi daha önce Fenerbahçe’nin en az iki şampiyonluğunu çalmış, Galatasaray’ı defalarca doğramıştı. Al işte, Beşiktaş’a kazandırmaya çalışıyordu. Gerçi Beşiktaşlılara sorsan, asıl onlara düşmandı. Ama onların şu an böyle negatif bir gündemleri yoktu, penaltıdan gelen gole sevinmekle meşgullerdi.
Günahın boynuna Podolski
Aynı dakikalarda 700 kilometre kadar ötede, Antalya Stadı’nda, (Atatürk adını taşıyan eski stat yıkılıp bu yenisi yapılırken, artık hep olduğu gibi Atatürk adı verilmeyerek “bir vesayet daha” başarıyla ortadan kaldırılmıştı!) yaşanan bir vaka, bu kez Beşiktaşlıları ve tabii Fenerlileri galeyana getiriyordu. Yakın geçmişte Galatasaray forması giymiş Antalyasporlu Podolski’de bir garip haller vardı. O büyük maçlardaki hırsının yerinde yeller esiyor, bir de enteresan şekilde ha bire rakip futbolculara tekme çıkarıyordu. 26. dakikada ilk sarı kartı görür görmez, Fenerliler ile Beşiktaşlıların mesaj trafiği yoğunlaşıyordu: “Bu adam kendini attırıp Antalya’yı 10 kişi bırakacak!”
“Canım, adam Alman. O bizim kafa yapımız. Niye attırsın kendini” diyen tayfaya inat, arkadaşımız daha 59. dakikada bir tekme daha gösterip muradına eriyordu. Üstelik, kırmızı kartı gördükten sonra gülerek çıkması, Fenerli ve Beşiktaşlılarda tam bir “kıyam”a yol açıyordu… (Televizyonlara reyting cihazı gibi darbeye duyarlı bir alet takılmadığından, evlerdeki kaç ekranın şiddete maruz kaldığını bilemiyoruz.) İşte dedikleri çıkmış, Podolski maçı satmıştı! Üstelik o kadar pervasızdı ki bunu gizleme gereği bile duymuyor, gülüp eğleniyordu. Hele hele Galatasaray, Antalya 10 kişi kaldıktan sonra gol atıp maçı kazanınca, Galatasaraylı taraftarların, “Helal sana Podolski. Gerçek Galatasaraylıymışsın” diye gıcık vermesi, bu “suç üstüne” bir delil ve itiraf sayılmaktaydı. Podolski’ye sorsan, belki, “Ben o harekete kart göstermesinin saçmalığını göstermek için hakeme güldüm” diyecekti ama geçmiş olsundu. Her neyse, günahı boynuna… Neticede cumartesi gecesinin “maç satış skorunda” 1-1 eşitlik vardı.
Ayıp ettin be namuslu Ertuğrul
Günlerden pazardı, sıra Fener’in Kasımpaşa ile maçındaki “satışları” tespite gelmişti. Bir gün öncesini kayıpsız kapatan Galatasaray ve Beşiktaşlılar, açık bulmak için pür dikkat televizyonlarının karşısına geçmişti. (Emin olun, bu halk bu özeni, (varsa) kendi işinde gösterse, memleket Ay’a gerçekten gidebilirdi.) Hepsi birer Kasımpaşalıydı. Kendilerine karşı oynarken yedi sülalerini bolca andıkları Kasımpaşalı oyuncular, şu an canları, ciğerleriydi. Fenerliler ise tedbirlerini daha önce almış, bir “şaibeye” mim koymuşlardı çoktan… Çünkü nasıl oluyorsa, maçın sahadaki değil, televizyon başındaki VAR hakemi açıklandıktan sonra resmi bahis oranı değiştirilmişti. (Normal şartlarda olacak şey değildi ama burası Türkiye’ydi. Mademki yöneticisinden taraftarına, hatta önceden hakem olup şimdi ellerinde baltayla meslektaşlarını doğrayabilen yorumculara kadar herkese göre hakemler maç skorlarını bile isteye belirliyordu, bahis oranı da hakeme göre değişirdi. Bunda ne vardı?)
Fakat nasıl ki dünyada her silah, kontra silahın gelişmesini sağlamaktaydı, Beşiktaşlı ve Galatasaraylıların maç öncesi karşı kozları da hazırdı. Kasımpaşa kalecisi Ertuğrul eski Fenerliydi. Dolayısıyla, tabii ki potansiyel suçluydu. Maçı Fener’e satması muhtemeldi. “Maç satan anasını satar” diye çirkin bir özdeyişe sahip bir ülkede, bu “namus meselesinin” bu kadar fazla dile getirilmesine ve kimsenin de ses etmemesine şaşırmanız lazım ama eminim şerbetlisinizdir.
Fenerlilerin aklı fikri, bahis oranını bile değiştirten VAR hakemi Suat Arslanboğa’nın oyuna uzaklardan müdahale edip etmeyeceğinde, Galatasaraylı ve Beşiktaşlılarınki ise kaleci Ertuğrul’da olarak oyun başladı. Allah Allah. Fener iyi oynuyordu ki genelde bunu yapmazdı. Ee, gol de atıyordu. Hakemlik ve Ertuğrulluk bir şey yoktu. Ama Türk taraftarı kül yutmazdı. Bunlar ya bir şey yapmışlardı da fark edilmemişti ya da mutlaka yapacaklardı. “Hele duralım”dı.
O kadar göz varken, işlerin sarpa sarmamasına imkan var mıydı? Nitekim Fenerbahçe ceza sahasındaki penaltılık bir harekete hakem Fırat Aydınus “Devam” deyip, VAR’daki Suat Arslanboğa da penaltı diye ısrar etmeyince olan oldu. Fener taraftarı yanılmış, diğerlerine gün doğmuştu. Kaleci Ertuğrul’un bırakın gevşek oynamayı, köşeden köşeye atlayıp Fenerbahçe’nin gollerine engel olması karşısında ifrit olan Beşiktaşlı ve Galatasaraylılar, o hırsla hakeme saydırmaya başlıyordu. Kasımpaşa’nın penaltısı verilmemişti, yetmemiş, bir de golü sayılmamıştı. Buyrundu… Ertuğrul namuslu çıkmış olabilirdi ama Fırat ile Suat maçı Fener’e satmıştı.
Tarih yazan başkan
Şimdi orada oturup, Beşiktaşlılara “Bir gün önce neden kendi penaltınızın, penaltı olmadığını söylemediniz de şimdi konuşuyorsunuz” veya Fenerlilere, “Beşiktaş’ın penaltısına laf ettiğiniz gibi, kendi aleyhinize verilmeyen penaltıyı da kabul edin” veya Galatasaraylılara, “Podolski’yi överken iyiydi” diye çıkışıyorsanız, akl-ı perişanınıza şaşarım. “Sizin memleket nere” diye de merak ederim… Yahu, burası bir kulüp başkanının, başka bir takımda oynayan futbolcunun menajerini arayıp, şampiyonluk yarışındaki rakiplerine karşı neden oynatılmadığını sorduğu bir ülkedir. Karışık mı oldu? Açıklayayım dipsiz kuyudan çıkayım.
Şimdi efendim, az yukarıda sözünü ettiğim konu, dalga geçmiyorum, gerçek anlamda tarihi bir olaydır. Hatta efsane olmaya layıktır. O nedenle dikkatinizi rica ediyorum. Başakşehir’de Demba Ba isimli sempatik bir futbolcu arkadaş var. Geçmişte Beşiktaş’ta iyi maçlar oynadı, çok gol attı hatta tribünde adına şarkılar bile yapıldı. Şimdi bu Demba Ba, geçenlerde Başakşehir’in Fenerbahçe ile oynadığı maçta oynatılmamıştı. Hayırrr, “Ne var bunda” diyemezsiniz. Çünkü oynatmayan kim? Fenerbahçe’nin eski futbolcusu ve hocası Aykut Kocaman… Fenerli Aykut, Demba Ba’yı niye oynatmıyor? Tabii ki Fener’e gol atmasın diye… Buyrun… Peki bizim millet yer mi? Yemez tabii.. Yazıldı, çizildi, şike suçlamaları yapıldı. Zaten neler söylenmiyor ki değil mi? Bize göre normal yani. Ama sıkı durun, iş, kulüp başkanı seviyesine kadar gitti. Başkan dediğin daha sakin, dengeli, mantıklı olmalı, değil mi? Yo, değil!
Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi, “Ya var ya, kesin bi satış durumu var ha” diye şüphelenip, bunu tespit etmek için hafiyeliğe soyundu . Ve herhalde dilini bilmediğinden direkt Demba Ba’ya değil, menajerine telefon açtı. Tam ne konuştular bilmiyoruz ama dışarıya, Ba’nın, menajeri aracılığıyla “Valla başkanım, ben iyi durumdaydım ama hoca oynatmadı” gibi bir şeyler dediği sızdırıldı. Başkan bunu not etti ve duyurdu. Netice? Zaten bir netice bekleyen yoktu. Maksat yarışılan rakibe bir kılçık atmak, son dönemin moda deyimiyle “algı” yaratmaktı. Şimdi, yarın öbür gün ihtiyaç olduğunda, “Alın size şaibe” diyebileceği bir delil var Çebi’nin elinde. Tarihi hareketi nedeniyle kendisini kutluyor, devamını getireceğinden kuşku duymadığımızı belirtiyoruz.
Artık yazıyı burada bitireyim, sadece birkaç konuyu seçip almama rağmen kafam karmakarışık oldu. Buraya kadar sabredip okuduysanız sizin için daha feci olmuştur… Tavsiyem, memleket futbolunun şu halini düşünüp kendinizi kahretmeyiniz. Her konuda asla olmaması gerekenlerin olmasını kanıksamış, böyle yaşamaya alışkın insanlar olduğumuzu hatırlayınız, kesin rahat edeceksiniz. İşte bu “bilinçle” faili meçhul kalan şu “maç satışlarının” fail tespitine, “idrak ettiğimiz” bu hafta siz de kafa yorun. Göreceksiniz, daha eğlenceli olacak!