Önce İstanbul’a Ankara’ya İzmir’e çalışmaya gitmiş, çantacıda, konfeksiyoncuda çalışarak ya da seyyar satıcılık yaparak zorluklarla bir miktar biriktirmiş olan gurbetçi erkekler gelirdi. Erlerine kavuşan toprak yüzlü cicelerin, gelinlerin, gelenlerden birisine vurgun olan kızların yüzlerine renk gelir gözleri ışıldardı. İkindi vakti çamurların kuruyan kısmından köy meydanı Önecek’i ayaklayanlar çoğalır, yeni gelen görece zenginlerin cömertçe çay ısmarlamasıyla işleri canlanan köy kahvecileri, ellerinde askılı tepsilerle masalar arasında bir başka koştururdu.
Köylü kadınlar akın ederdi dikiş dikmeyi bilen anama, onunla rekabet içinde olan eskilerin terzisi Kuşkulu lakablı ebeme. Okuma yazma, mezura kullanmasını bilmeyen anam eskiyen entarisini bayram vesilesiyle yenilemek isteyen cicelerin ölçülerini karışları ve parmakları ile alır, hepsini aklında tutar bayramdan önce yetiştirmek için gaz lambasının kör ışığında babamdan kalan ayaklı Singer dikiş makinesinde diker, hiç birisinde de ölçüde hata etmezdi.
Gevsi günü, koksu günü
Gevsü günü (giysileri yıkama günü) gelince dere kenarlarına kazanlar kurularak su kaynatılır, içine kül atılarak yumuşatılan suyla yığın halindeki çamaşırlar en üstten başlayarak en alttakine kadar tokucaklarla iyice dövülerek tertemiz ve yumuşacık yapılırdı. En alta rengini veren basma giyecekler konur, beyazlar en önce yünürdü (yıkanırdı).
Koksu günü (ya da yağlı günü) kaynayan yağ dolu tavalarda yağlılar (pişiler), dığanlarda külüçe (külçe) halinde kalın ekmekler pişirilir, arasına kimilerinin kavrulmuş susam, kimilerinin ceviz içi koyduğu sinidişiler (tepside baklavalar) ocaktan çıkarılıp da üzerine kimilerinin şeker şerbeti kimilerinin pekmez şerbeti döktüğünde çıkan o güzeli tatlı kokuları alçak bacalardan çıkarak oruç tutanların bayram ziyafeti hayallerinin üstüne süzülürdü.
Bayramlıklarımızı bayram gününden önce giymezdik. Yere serdiğimiz yatağın başucuna koyar, ne kadar erken yetsek kolay uyuyamaz, sabahı edemezdik. Gece düşen çiğ, daha yapraklardan kalkmadan, güneşin henüz cılız ışıkları dere boğazının yaz ortasında bile kemikleri işleyen ince soğukluğunu kırmadan yataktan kalkar, giyinir, evin önündeki yolakta Dalamaz’dan gelen suda elimizi yüzümüzü yıkar, koşa koşa camiye varır bayram namazını kılardık.
Oruç tutanlar, tekne orucu tutanlar, hiç oruç tutmayanlar, köy kahvesinde pişti, okjin oynamayı öğle akşam yemeği için eve gitmeye tercih edenler, 5 vakit namazında olup teravi namazlarını kaçırmayanlar, hiç namaz kılmayan ya da işine gelenleri kılıp istemediğini kılmayanlar hocanın azarlayıcı vaaz vereceğini bilmelerine rağmen mutlaka erkenden kalkar bayram namazına camiyle gider cemaatle kılarlardı. Aşağı ve Orta cami cemaatleri yukarı mahalle camisinin cemaatine karışınca camilerin hocaları birleşerek hep birlikte karşı yakadaki mezarlıkta yatan geçmişlerimiz için dualar okurlardı. Arkasından ayakta bekleşirken ellerini kaldırarak duayalara amin diyen köylüler mezarlıklara dalar, ölmüş akraba ve dostlarının mezarlarını ziyaret eder, dualar okurlardı.
Ben de hemen kestirmeden mezarlar arasından tırmanır küçük bir çoçukken toprak attığım babamın mezarını bulur, anamın öğrettiği “Esselamün leyküm ehl’i kubur” sözü ile selam verir; yine anamın öğrettiği üzere beni duyduğunu ama cevap veremediğini bildiğim ölü babamın adına kendime “Esselamün aleyküm ehl’i dünya” der; bu kısa sohbette benden büyük ve ben ondan çok küçük olmama rağmen babamın sözü ile benim sözümün aramızda öngördüğü eşitliğe biraz şaşırırdım. Yine anamın öğrettiği, küçükken her gün akşamüstü bir odun götürdüğüm Hasan Hoca Emminin öğrettiği dualardan okur, Allah’tan babamı, ağamı, 6 aylıkken ölmüş olan 2 yaş küçük kardeşim Mustafa Kemal’i, sonra da tüm akraba ve eş-dostlarımızı cennetine kabul etmesini diler, kendim de ölüler dünyasına gidince onlarla cennette buluşabilmeyi hayal ederdim. Diğer akrabalarımızın, tanıdık eş ve dost mezarlarını ziyaret ederek, dua okuyarak yukarıya mezarlığın en yukarısına tırmanırdım. Orada, köy meydanında ayak altında olan eski mezarları yerlerinden sökerek mezarlığa yukarıya, insan ayağı altında olmayan bir yere taşımış olan, 7 yaşımda iken benimle saman alıp satma ortaklığı yapmak üzere sözleştiğim ama saman zamanı gelmeden gurbetten cenazesi gelen Hüseyin Emmimin mezarına çıkardım. Selamlaşıp duamı ettikten sonra dönüşe geçer, o yüksek yerden aşağılara, köyün içinde olduğu vadiye bakar oradan uçuvermeyi, kartalların çıktığından daha yükseklere çıkmayı, köyümüz küçücük bir nokta haline gelinceye, Hüseyin Emminin gidip geldiği yerleri de görebileceğim yüksekliklere çıkmayı hayal ederdim. Çünkü köy yerinde sıkça olan akraba haksızlıklarına uğrayıp üzüldüğümüzde bize hep arka çıkar, ben ve kardeşlerim için “Göreceksiniz bu yetimler büyüdüğünde çok yükseklere çıkacaklar, siz onların çıkacağı yere baktığınızda şapkanız yere düşecek!” derdi.
“Bayramlaştık ama olsun”
Köylüler bayram namazından sonra da mezarlıkta da bayramlaşmazdı. Bayramlaşmak için mezarları ziyaret edenlerin köy meydanına gelmesi beklenirdi. Mezarlığa gidemeyip de dualarını oturdukları yerden gönderen yaşlılar ile mezar ziyaretini erken bitirenlerin oluşturduğu kalabalığa mezarlıktan daha sonra gelen köylüler, oğlakların keçi sürüsünün içine salındığında her karşısına çıkanı annesi sanarak hücum ettiği gibi, hücum eder “bayramın mübarek olsun, sana da” sözlerini neredeyse “bayrak olsun” gibi kısaltarak el sıkışır, yakın olanlar kafa tokuşturur ve sarılırlardı. Meydanı bir ucundan öbür ucuna kadar dolduran ve her biri bayramlaşma devinimiyle hareket eden köylüler birbirleriyle tekrar tekrar karşılaşır, 4-5 kere bayramlaşır, “Bayramlaştık, ama olsun bir daha bayramlaşalım” diyerek bayramı katmerleştirirlerdi.
Bayramların kimsenin itiraz edemediği bir yasası varsa o da küskünlerin mutlaka barışacağı ya da barıştırılacağı idi. Dar sokakta karşılaşsalar yüzlerini ve yönlerini öte yana çevirenler, diğerini kışkırtarak kavgaya tutuşmak için fısıltı ile küfredenler, istemeyerek de olsa el uzatırlar, “bayramın mübarek olsun,” “senin de” derler, derken eski samimi günlerine geri dönerler, hatta yeniden başlayan eşşek şakalarını bile hoş görürlerdi.
Kadınlar, köy meydanının kenarında, doğurup, nice cefayla büyütüp tarlalarda, yaylalarda terbiye edip, adam olması için bir köylünün yanında gurbete çalışmaya gönderdikleri oğullarının adam olup da insan içine karışmasını seyreder gibi meydanı dolduran kalabalığın içinde kendi evladını, akrabasını ve bayramlaşmanın curcunasını seyrederler, kalabalık dağılırken kendi evlerine çekilir, küçüklü büyüklü akrabalarının onları evlerinde ziyaret etmesini bekler, her gelen misafire mutlaka bir kaç lokma olsa da yağlı veya sinidişi yedirmek, bir iki bardak olsa da çay içirmek için hazır olurlardı.
Önce çocuklar sonra yaşça küçükler en büyükleri sırayla ziyaret eder, büyüğün yaşına ve hürmetin derecesine göre uygun bir süre odasında otururlar, eski bayramlardan, güzel günlerden hoş sohbetleri dinlerler, sonra birden “zengin kalkışı” denilen bir şekilde ve hep birlikte kalkarlar, arkadan gelenlere yer açarlarken, gidenler gelenlerle bir kere daha bayramlaşırlardı. “Allah bu yıllara, bu aylara, bu günlere yine kavuştursun” dileğini herkes söyler ama kendi konumuna ve konuştuğu kişiye göre “cice, ağa, hala, dayı, emmi, gülüm” kelimelerini ekleyerek, el öpmeleri sevgi sözcükleriyle sarmalarlardı.
Bayramlar erken gelir ama geç giderdi. Köyün içini adeta bir sevinç ve sevgi havası kaplar, herkes herkesi görmüş, varlığının farkına daha derin olarak varmış, dertlerini dinlemiş, sevgisini paylaşa paylaşa çoğaltmış olurdu. Köylülerin çektiği bin türlü yokluk, yoksunluk olurdu ama bayram günlerinde yeri göğü kaplayan derin bir mutluluk doğardı. Çünkü herkes bilirdi ki birlikte olmak, birbirini anlamak, yekdiğerine sevgi, saygı göstermek, bencilliği bir kenara bırakarak elinde ne varsa cömertçe paylaşmak mutlu olmak için yeterliydi. Yoksunluklar, insanlar bir araya gelince sevgi ekmek ve mutluluk biçmek için mümbit bahçelere çevrilirdi.
Zengin-fakir eşitlenir
Hali vakti yerinde olanlarla darda olanlar camide, mezarda, köy meydanında bayramlaşmada ve ziyaretlerde birbirine eşitlenir; görece zengin olan da fakir olan da bayramdan kendine uygun derin bir mana, mutluluk sebebi çıkarırdı. Bayramlar köylülerin birbirinin halini bilmesini, varlığına saygı duymasını, sevgi göstermesini, sevinç ve mutluluk yaratmada dayanışmasını ve birbirinden, birlikte olmaktan büyük güç almasını sağladığı için köy ahalisi hep bir ağızdan “Allah, bu yıllara, bu aylara bu günlere yine eriştirsin” diye dilek dilerdi.
Bir zamanlar her haneden en az 3- 4 kişiyi gurbete gönderen o köy şimdi neredeyse boşaldı. Önceleri Çukurova’ya, Söke’ye pamuğa gidenler sonraları İstanbul’a Ankara’ya İzmir’e Almanya’ya gittiler. Önceleri mevsimlik işlerde çalışırken sonraları sürekli işler bulmaya, kendi küçük işlerini kurmaya başladılar. Bazıları çok başarılı oldu, soyunu sopunu iyi bildiği, güvenebildiği, ya da elinden tutmak istediği diğerlerine iş verdi, derken gittikleri gurbeti vatan ettiler. “Kişinin memleketi doğduğu değil doyduğu yerdir” derler. Öz vatanını bırakıp gittikleri gurbeti memleket tuttular. Bir saymaya kalksak bizim köyden belki 1.000 köy daha çıkmıştır köyün dışında, gurbetlerde.
Gurbeti vatan yapan köylülerim
Köylülerimiz şehirlerdeki derneklerinde, toplandıkları mahallelerde hala o eski köy adetlerini yaşatırlar. Ama ne yazık ki şehirlerin kalabalığında, kapıyı çekince içine düşülen kocaman aşinasız dünyada, köyün uzun kavak ağaçlarından yüksek beton apartmanlarda, aynı binada yaşadıkları halde birbirini tanımayan insanlar arasında köylerindeki dayanışma ve birlik ruhunu yaşatmaya çalışıyorlar. Eskisi gibi dayanışmaları, birbirlerine tutunmaları, bacasında dumanı tütmeyen evleri bulmaları, zilini çalmadan çat kapı girmeleri artık mümkün değil. Şehirlerin köylülere verdiği verebildiği iki üç şey var; biri piknikler senede bir kere hiç olmazsa etli bulgur pilavı kaynatıp dağıtırlar, bir araya gelip oynarlar. Bir diğeri köyün eşrafının verdiği iftar yemekleri, diğeri ise şipşak nikah kıyılan, gelinlikli, damatlıklı fotoğraf çektirilen belediye nikah salonları. Ama bunlar asla yerini tutmaz, tutamaz köylerdeki yaşamın ve bayramların.
Onun için bayramlarda şehirler bir de köylere doğru boşalır. Gurbeti vatan yapan köylülerim yollara dökülür, mazide kalan bayramları tekrar canlandırmak için çoluğunu çocuğunu, gelinini damadını, torunlarını alarak köye akarlar. Çoğu zaman in cin top oynayan köy sokaklarında ve meydanda yer kalmaz. Eskiden köy meydanını bir kere dolaşan bayramlaşma halkalarını üçe dörde katlarlar.
Covid-19 kıranı geldi, köyün koca çınarları birer birer devrildi. Ziyarete el öpmeye gelenlere uzaktan el sallanır, sanki eve veba getirecekmiş gibi bakılır, özlenilen ziyaretçilerden şimdi korkulur, çekinilir oldu. Üstelik iki senedir bayramlarda seyahat yasakları kondu, evinizde oturun, ziyaretlere gitmeyin denir oldu.
Git başımızdan be Covid-19 belası, sen geleli beri bayramlarımız zehir oldu…
İçlerinden çıkardıkları vatan evlatlarından biri olmaktan gurur duyduğum Konya, Bozkır, Dereköyünün o güzel bayramlarını, bayram hatıralarını yüreklere yerleştiren güzel insanlarına sonsuz sevgi ve saygıyla….
Hepsinin bayramı kutlu, zorlukları mutluluğa çevirmeye yeniden vesile olsun!