Demokratik standartlar açısından zor bir dönemde yaşıyoruz. Dünya genelinde 87 ülke ya seçimle gelmiş ya da kapalı otokrasiler ile yönetiliyor ki bu ülkelerde yaşayan insan sayısı dünya nüfusunun yaklaşık yüzde altmış sekizine denk geliyor. Buna karşın, dünyadaki liberal demokrasilerin sayısı son on yılda 41’den 32’ye geriledi. Bu şaşırtıcı rakamlar, dünyada demokrasiyi ölçmek için çaba gösteren en büyük sosyal bilim kurumu olan V-Dem (Demokrasi Çeşitliliği) isimli İsveçli grubun 2021 yılında hazırladığı bir rapordan alındı.
Bu rapora göre, global vatandaşların ortalama bölümü yine de 1970 ve 1980’lere göre nispeten daha yüksek demokrasi seviyelerinde yaşıyorlar fakat bu çok da bir şey ifade etmiyor. İşler en son 1990’larda bu derece kötüydü. Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri, “demokratik özgürlük” ihraç edebilmek gerekçesiyle nüfuzunu artırma fırsatı elde etti. Şimdi, yaklaşık otuz yıl sonra, işlerin o kadar da iyi gitmediğini ve kaçırılan fırsatlar ve kötüye kullanılan ayrıcalıklar yüzünden Amerikan demokrasisinin o eski parlaklığını yitirdiğini görüyoruz. Peki ne oldu?
Trump ABD’nin en kötü yüzünü gösterdi
11 Eylül sonrasında ABD, Irak ve Afganistan’da nesiller boyunca sürecek savaşlara yelken açarak “ahlaken üstün” bir yumuşak güç olduğu dönemi sona erdirdi. Başkan Joe Biden ve ondan önceki Başkanlar, her ne kadar Amerika’yı insan hakları ve demokrasi konusunda lider gibi göstermeye çalışsalar da Vaşington’un Avrupalı müttefikleri, ABD’nin, Afganistan’da işlemiş olabileceği olası savaş ve insanlık suçları için Uluslararası Suç Mahkemesi’nde yargılanmasını istiyor. Diğerleri ise, haklı olarak, Saddam Hüseyin’in kimyasal silah bulundurduğu ve El Kaide ile ilişkili olduğu konusunda yapılan suçlamaların boşa çıkmasından sonra Amerika’nın oraya demokrasi götürme iddiası ile müdahale edip neredeyse bir milyondan fazla Iraklının ölümüne sebep olmasının hakikaten gerekli olup olmadığını sorguluyor.
ABD içindeyse Donald Trump dönemi Amerikan demokrasisinin en kötü yüzünü ortaya çıkardı. Amerikan başkentinde yaşanan 6 Ocak ayaklanması bizlere Amerikan demokrasisinin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. George Floyd’un ve aralarında Breonna Taylor, Philando Castile ve Michael Dean’in de bulunduğu silahsız siyahi vatandaşların katledilmesi ardından ortaya çıkan “Siyahi Hayatlar Önemlidir” hareketi bize ABD’nin insan hakları konusundaki sicilinin de çok temiz olmadığını hatırlattı.
Seçimle gelen gücü kötüye kullanma
Kısacası herkesin büyüsü bozuldu. Demokrasi, onu yaygınlaştırmak isteyen ülkeler tarafından gerçek anlamda uygulanmazsa eğer, etkili bir siyaset aracı olamaz. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’ndan demokratikleşme konusunda uzman olarak çalışan Thomas Carothers şunları söylüyor:
• “Eskiden beri süregelen, bir tarafta kendi içerisinde demokratik sorunlarını çözmüş yerleşik demokrasilere sahip birtakım ülkeler, diğer tarafta ise henüz demokrasinin temel sorunlarıyla uğraşmakta olan ülkeler bulunduğu kanısı artık geçerli değildir.
• “Dünyanın her yerindeki demokrasiler aşağı yukarı aynı sorunlarla boğuşuyor. Dolayısı ile bir yerlerde “korunmuş bölgeler” ve başka yerlerde de “korunaksız bölgeler” olduğu fikrini bir kenara koymamız gerekir.
• “Demokrasiyi, geçmişte içerisinde çok bölünmüşlük barındırmış bir ortak zemin olarak görmemiz gerekir.“
Mesele, o çok demokrat gibi görünen politikacıların, kendilerine seçimle verilen gücü kişisel çıkarları için kullanıyor olmalarıdır. Herhangi bir ulusun liderinin, kendisine çok büyük bir önem atfetmesi bir şekilde anlaşılabilir ve fakat, liderler ellerindeki gücü kendi kişisel güçleriymiş gibi kullanmaya başlayınca demokrasi erozyona uğrar. Bu popülist dönem devletle lider arasındaki ayrımı yapan duvarı öylesine alaşağı etti ki ikisi arasında fark kalmadı. Eğer liderliğe karşın bir eleştiri varsa, bu eleştiri adeta devlete veya ülkeye yapılmış gibi algılandı ve dünyanın her bir köşesindeki aşırı siyasileşme demokrasi kültürünü zayıflattı. Trump, “seçimin çalındığını” ileri sürerek kendini mağdur olarak konumlandırdı ve seçim gibi son derece kurumsal olan bir meseleyi şahsileştirdi. Taraftarları da elbette ona inandı ve sonuç Amerikan demokrasisinin neredeyse temellerini tehdit eden bir kalkışma oldu. Bu döngü, komplo teorilerinin sadece Ortadoğu ve Müslüman uluslara ait olmadığını kanıtladı; dünyanın en gelişmiş ülkesinde dahi bir mantar bulutu (veya virüs) gibi yayılabileceğini gösterdi.
Daha endişe vereni ise Vaşington. ve Paris gibi başkentlerde bile sivil otorite ile askerler arasındaki değişen ilişki oldu. İki yüzden fazla emekli Amerikan generali ve amirali, Trump’ın otoriter eğilimlerinin demokrasinin temel prensiplerine varoluşsal tehdit oluşturduğu kanaati ile Biden’ı desteklediklerini açıkladı. Bu arada, Fransız askeriyesine mensup muvazzaf askerlerin anonim olarak yayınladıkları mektup, demokratik çoğulculuğa karşı ve Fransız milliyetçiliğini savunuyor gözükmekte. Yine de ne olursa olsun Atlantik’in iki yakasındaki emekli veya aktif askeri personel, kendilerinin de – politize olduklarını – ve siyasi konulara dair düşüncelerinin, geleneksel olmamakla birlikte, halk tarafından duyulmasını istediklerini ortaya koydu. Türkiye’de 103 emekli amiralin bildirisini de unutmamak gerekiyor bu çerçevede.
“Demokrasi zirvesi” fark yaratabilir mi?
Amerikan siyasal sisteminin, demokrasinin işleyişi ve hatta demokratik ideallerle alakalı değil, güçle alakalı olduğu aşikar. Aynı zamanda kişisel de. Amerika için buradaki açmaz dünyada başka güç merkezlerinin ortaya çıkıyor olması ve Amerikan hegemonyasına karşı direnmeleridir. Amerika’yı, dünyaya, iyi niyetli, demokratik, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını öncelik eden bir lider olarak görmüyorlar. Amerikan iç ve dış politikasındaki başarısızlıklar, otokrasilerin yükselişinin tek nedeni olamaz, ancak kusurlu ABD liderliği varılan bu noktada kesinlikle bir rol oynamıştır.
Biden’ın, bu yılın sonlarında bir demokrasi zirvesi çağrısında bulunmasının neredeyse bir fark yaratma şansı yok çünkü Amerika inanılırlığını yitirdi. Vaşington’un öncelikle askeri veya ekonomik güç kullanmadan dünya halklarının kendisine verdiği güveni yeniden
kazanması gerekiyor. İşbirliği ve koordinasyona öncelik veren, daha alçakgönüllü bir yaklaşım, ileriye dönük olumlu bir başlangıç yaratabilir. ABD’nin küresel çıkarlarına meydan okudukları için Rusya ve Çin’i şeytanlaştırması ise dünyanın geri kalanında iyi gitmiyor. İnsanlar, bu gibi sert ifadeleri, ilkeli ve değer odaklı yapılan çıkışlar yerine salt siyasi duruş olarak algılıyorlar.
Amerika, demokrasi ihracı projelerine son verirse daha isabetli olur çünkü sadece sorun yaratıyor. Koronavirüs pandemisi dünyaya, aşı üretmenin aşamalarını öğretti. Aynı özenli süreç siyasi kararlar verilirken de dikkate alınmalı ki Amerika dünyayı kendi siyasi laboratuvarı olarak kullanmamış olsun.