Haftalardır Türkiye’nin gündeminde Sedat Peker’in milyonlarca kişi tarafından izlenen videoları ve sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamalar var. Peker çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmekten yargılanıp hüküm giymiş biri. Cezasının Yargıtay’ca onanmasıyla 4.5 yıl hapis yatmış, 2014’te tahliye edilmişti. Suç örgütü lideri Peker’in cezaevinden çıktıktan sonra iktidarı neden desteklediği, hatta bu uğurda binlerce kişinin katıldığı meydan mitingleri dâhil çok sayıda siyasi faaliyeti hangi çıkara hizmet için yaptığı, iktidarın nasıl olup da Peker ile yan yana gelebildiği muhalif kesimler tarafından zaten sorgulanmaktaydı. Şimdi Peker bu sorulara kendince cevaplar veriyor. Yayınladığı videolarla içinde yer aldığı karanlık ilişkiler ağının bilinmeyen yönlerini deşifre edip çıtayı da giderek yükseltiyor.
Bu noktada geçmişi karanlık bir kişinin yönelttiği iddialar ve suçlamalara neden güvenelim ve bunları ciddiye alalım sorusu anlamlıdır. Ancak bu itirazın şimdiye kadar Peker’in suçlamalar yönelttiği kesimden gelmemiş olması da çarpıcıdır. Eski Başbakan Binali Yıldırım, oğluna yöneltilen ithamlardan hemen sonra kameralar karşısına geçerek bunlara kendince cevap vermeye çalıştı. İkna edici olduğu söylenemez. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Peker’in kendisine yönelik iddiaları sonrasında açıklamalar yaptı. Üstelik yıllardır alışkın olduğumuz cevapların sorulandığı televizyon programları yerine, iktidar partisinden bir bakan uzun zamandır ilk defa canlı yayında yandaş diye bilinmeyen hatta muhalif kimlikli iki gazetecinin karşısına çıkmayı istedi. Yine bu süreçte Peker’in kendilerine yönelttiği iddialar neticesinde, misyonları medyada iktidarı desteklemek olan bazı isimler (bunlar için “gazeteci” tanımını özellikle kullanmıyorum), o cenahta hiç de alışık olunmadık şekilde kovuldular. Dolayısıyla Peker’i ve iktidara yönelik iddialarını, bizzat iktidarın kendisinin ciddiye aldığını anlıyoruz.
Oysa 17-25 Aralık 2013 sürecinde AKP çok farklı bir yol izlemişti. O zaman iktidar kendisine yönelik ortaya saçılan görüntü ve ses kayıtlarının hukuksuz elde edildiğini, montaj olduğunu, tüm bu sürecin bir komplo olduğunu defaatle tekrarladı. AKP eski ortağı Fetullahçıların devlet içine yerleşmiş bir terör örgütü olduğunu vurguladı. Ancak 2002-2013 arasını es geçerek bir terör örgütünün kendi iktidarı döneminde nasıl olup da tüm devlet kurumlarına sızdığını kelimenin tam anlamıyla laga lugaya getirdi. Sadece iktidar seçmenleri değil, sınav sorularını çalmaktan personel atamalarına devlet içindeki tüm liyakat sistemini çökerten Fethullahçıların niyet ve eylemlerine şüpheyle yaklaşan toplumun geniş kesimleri AKP’ye, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında destek verdi.
Gerçi 17-25 Aralık süreciyle bugün Peker’in açıklamaları arasında önemli farklılar da var. 17-25 Aralık sürecinde Fethullahçılar özne olarak ortada yoktular. Dahası Fethullahçı örgütlenme yasadışı yollardan elde ettiği kayıtları anonim hesaplar üzerinden paylaşırken; 2002-2013 döneminde bizzat kendisinin planlayıp uygulamaya koyduğu kumpas davalarında binlerce kişinin suçsuz yere tutuklanmasına dair özeleştiri yapmadığı gibi, bugün bile o davaları savunmakta ısrar ediyor. O dönem devletin kozmik odasına kadar girmelerine, tüm arşivlere hâkim olmalarına rağmen başta 1990’lı yıllarda işlenen suikast ve cinayetler olmak üzere yakın geçmişin karanlık olaylarına dair aydınlatıcı tek bir bilgi sızmaması, sızdırılanların çoğunun da hedef şaşırtmak amacıyla yanlış veriler içermesi ise gözden kaçırılmamalıdır.
Sedat Peker’i 17-25 Aralık sürecinden farklı kılan unsur, bir özne olarak kameranın karşısına geçmesi. Bizzat kendisinin içerisinde yer aldığı karanlık ilişkileri, kendi deyişiyle “pislikse evet ben de pisliğim” diyerek anlatması. Deşifre ettiği ilişkiler ağını kendisini aklamaya çalışmadan, ama muhakkak ki onu çok zor duruma düşürecek bazı olayları da es geçerek itiraf ediyor. Peker’in etkisi ve inandırıcılığının merkezinde itirafçılığı var. Türkiye’de devlet yapılanmasını içeriden bilen bir suç örgütünün liderinin gemileri yakarak ifşaatlarına başlaması; acaba bu işe kalkışırken kimlerden, hangi mekanizmalar üzerinden, ne gibi güvenceler aldığı sorusunu akıllara getiriyor. Robin Hood gibi kurtarıcılar sadece masallarda olur. Masallar ve kurtarıcıların olmadığı uluslararası ilişkilerde ise işler farklı yürür. 2000’li yılların başında İstanbul’da Swiss Otel’in kral dairesinde ABD elçilik görevlileri, istihbarat kuruluşu CIA, ve Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA) yetkilileriyle görüşmüş olan Sedat Peker, son dönemde ABD veya başka ülkelerle benzer temaslara girdi mi? Bunun cevabını henüz bilmiyoruz.
Tüm videolarında kendisine yapılan haksızlıktan yakınması, bizlere Peker’in bir dönem içinde şimdi karşısında yer aldığı çıkar gruplarının her türlü değerden bağımsız hareket ettiğini gösteriyor. Vatanseverlik, milliyetçilik, inanç, adalet, dostluk… Bu kavramların ya da değerlerin hiçbirinin hiçbir anlam taşımadığı, devlet otoritesinin kalkarak Hobbes’un doğa durumu diye tanımladığı toz duman içinde bir çıkar savaşının göbeğindeyiz. Mafya gibi bir örgütlenmenin bile faaliyet gösterip hayatta kalabilmek için belli ilkeler çevresinde hareket etmek zorunda olduğu düşünülürse, kendisi gibi bir mafya liderini bile isyan ettiren, ilkesizlik ve tutarsızlıklar içinde çürüyen, çürüyüp tükenirken de halüsinasyonlar içinde rastgele ve bilinçsizce tepkiler veren bir yapıyı anlatıyor “İtirafçı.”
Bu yapıyı ilk terk eden veya yapının dışına atılan Sedat Peker değildi. İktidarın bir dönem en tepe noktalarında yer alan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan çoktandır çemberin dışındalar. Ama onlar bırakın Sedat Peker gibi itirafı, Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde sorumluluk taşıyan siyasetçiler olarak özeleştiri, günah çıkarma, arınma, helalleşmek adına ne dersek deyin çürüme ve tükenişe dair en ufak bir muhasebe bile yapmaktan imtina ediyorlar. Düzeni ufak tefek makyajlarla restore etmenin, kendileri de tekrar direksiyona geçebilmenin peşindeler.
1990’ların günümüze mirasını, bugün yaşadıklarımız üzerinden yeniden düşünmekte fayda var. 1990’ların başında Batı ittifakı içinde yer alan tüm ülkelerde, adına kabaca Gladyo denilen, devlet ve yer altı örgütlerinin işbirliğinde kurulan kirli Soğuk Savaş yapılanması tasfiye edildi. Türkiye’de ise bırakın tasfiyeyi, siyaset bilimine “derin devlet” kavramını sokmayı “başaracak” ölçüde güç kazandı. Terörle mücadele adı altında hukuki ve siyasi hesap verme mekanizmalarından bağımsız, kaçakçılık şebekeleri ve yasadışı ekonomik faaliyetler üzerinden milyarlarca dolarlık sermaye akışını kontrol eden bir yapılanma ortaya çıktı. Zaten Peker de başta Uğur Mumcu ve Kutlu Adalı olmak üzere 1990’ların faili meçhul cinayetlerine ışık tutarak, o dönemin karanlık iktidar odaklarının bugün de mutasyon geçirerek kaldıkları yerden rezilliklerine devam ettiğini açıklıyor aslında.
Türkiye bu yapıdan arınmayı 1990’larda da 2002’den sonra da beceremedi. Bunun bir nedeni o yapının üzerindeki gömleği çıkarıp değiştirerek, Türk sağının farklı aktörleriyle yola devam edebilmesiydi. 1991’deki RP, MÇP, IDP arasında yapılan “kutsal ittifak,” bugünün Cumhur İttifakıyla 1970’lerin Milliyetçi Cephesi arasında asla küçümsenmemesi ya da azımsanmaması gereken ideolojik devamlılığı sağladı. Abdullah Gül’ün 1970’lerde Soğuk Savaş Türkiye’sinin dehlizlerindeki MTTB’de siyaseti öğrenmesi; Ahmet Davutoğlu’nun 1970’te daha ilkokul öğrencisiyken, istihbarat ve ordu denkleminin bir yerlerinde konumlanan Türk sağının en derinlerinden Mehmet Emin Alpkan’ın gazetesi Bizim Anadolu’da yazısının çıkması tesadüf olmasa gerek. Soğuk Savaş karanlığında siyasete ısınanlar, içinde yetiştikleri yapının örtüsünü kaldıramadılar. Muhalefete geçmelerine rağmen bugün de kaldırmaya niyet (cesaret?) edemiyorlar. Tıynetleri veya “dava”ya bağlılıkları izin vermiyor. Geçmişle hesaplaşmaksızın eskinin restore edileceği bir düzen son çare olarak sunulurken, bunun bizi hukukun üstünlüğünün belirleyici olduğu özgür ve demokratik bir ülkeye çıkarmayacağının hem onlar hem de biz farkındayız.
Sağ siyasetçiler, özellikle eski AKP’liler, tam da Sedat Peker’in tersine, kol kırılır yen içinde kalır deyişini doğrularcasına çürümeye karşı bizlere burun tıkayarak devam etmenin tek çıkış yolu olduğunu yineliyorlar. Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği kitabında 1990’ları ve yaşanan çürümeyi son derece çarpıcı şekilde tahlil etmişti:
“Kurumlar, ne kadarı kalmışsa ya da var olabilmişse, bütün özerkliklerini, bireyler bağımsız kişiliklerini, hatta insanlıklarını, dolayısıyla toplumsal rollerini yitiriyor. Topluma karşı girişilen psikolojik savaş, her şeyden önce kendi evlatlarını, kendi ajanlaşmış kurum ve kişilerini yiyip bitiriyor. Sivil toplum kurumları devlet kurumlarına dönüşüp, her biri kendi alanında militarist ve şovenist değerlerin yeniden üretilmesinde rol alıyor… Bunca şiddete karşı ortaya çıkan duyarsızlık, tepkisizlik ve hatta onay, insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkileriyle Türkiye toplumunun insani derinliklerinde kuşaklar boyu süreceği anlaşılan bir uğursuz iz, bir leke bırakıyor” (s. 178). İşin ilgici o zaman kaleme alınan bu satırlar, hem 1970’lerin hem de bugünün Türkiye’sine dair çok şey anlatıyor. İnsana bu ülkede hiçbir şeyin neden değişmediğini sorgulatıyor.
President Tayyip Erdoğan welcomed Donald Trump's return to the US presidency. During Trump's previous tenure,…
Türkiye’yi hedef alan iki vekil gücün liderlerine ilişkin Ekim ayında, ardı ardına önemli gelişmeler yaşandı.…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesine memnun oldu. Bir sorun çıktığında doğrudan…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 13 Kasım’da Ankara Büyükşehir Belediyesine usulsüz harcama soruşturma başlatmasından saatler sonra İstanbul…
Türkiye’de ana siyasi gelişmelerin birçoğunda belirleyici olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanı Devlet Bahçeli;…
Nobel ödülüne layık görülmesi hepimizi gururlandıran (ve bir GS Lisesi mezunu olarak benim de özellikle…