“Kâğıttan kaplan” bir Çin deyimi. Yüksek perdeden tehdit eden, esip gürleyen ama devamını getirmeyen, getiremeyen kişi ya da kurumlar için kullanılıyor. Deyimi dünya siyasetine dahil eden kişi Çinli komünist lider Mao Zedung. Mao, bu sözü, Çin’i sürekli tehdit eden ABD’ye karşı kullanmış ve gerçekten de Çin konusunda ABD’nin “kâğıttan kaplan” olduğu büyük ölçüde anlaşılmıştı.
Nereden mi aklıma geldi?
1998 yılının Sonbahar aylarıydı. Siyaset, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in 16 Eylül’de Hatay’da, Abdullah Öcalan’ı uzun süredir topraklarında barındıran Suriye’ye yaptığı tarihi uyarıyla sarsılmıştı. Türkiye, ilk defa Suriye’ye sabrının sonuna geldiğini bildiriyor ve bir askerî harekâta kalkışacağını ima ediyordu. Oysa, Kara Kuvvetleri Komutanının dile getirdiği askerî harekâta dair herhangi bir hazırlığımız yoktu.
Bu konuşma, yurt içinde ve dışında büyük bir heyecan yarattı. O günlerde, Washington Büyükelçiliğimizde basınla ilişkilerden sorumluydum. Onlarca basın mensubunun, Orgeneral Ateş’in konuşmasının ne anlama geldiğine ve Türkiye’nin olası askerî harekâtına dair sorularını cevaplamak durumunda kaldığımı hatırlıyorum.
Ancak, asıl sorun bu konuşma ile başlayan sürecin uluslararası planda nasıl yönetileceğiydi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Çankaya Köşkü’nde acil bir güvenlik toplantısı düzenledi. Başbakan, kabinenin ilgili üyeleri ve askerlerin yer aldığı toplantıda, olası bir askerî harekât konusunda tereddüt gösteren yetkililere “Kanaatimce” demişti, “Eğer Türkiye, Suriye’ye bunları yaptırmayı göze alamazsa, zaten Türkiye’nin şikâyet edip oturan, içi kof bir dev olduğu çıkar orta yere”. Ayrıntıları Murat Yetkin’in Kürt Kapanı kitabında var. Siyaset dersi niteliğinde bir cevaptı.
Aslında, Demirel’in, büyük bir siyasi maharetle yönettiği krizi sonlandıran cümlesinin ana fikri, “kâğıttan kaplan olduğumuz ortaya çıkar” şeklinde özetlenebilir.
Son günlerde karşı karşıya kaldığımız yangın felaketinin yönetilmesi konusunda sergilenen acizliği ve içinde bulunduğumuz çaresizliği görünce, Demirel’in yıllar öncesinde söylediği bu sözü ve “kâğıttan kaplan” deyimini hatırladım. O tarihlerde yaşanan kriz ile bugünlerde baş etmeye çalıştığımız afet krizinin nasıl yönetildiğini mukayese etmekten kendimi alamadım.
Yangın krizi sırasında, iktidar, içi boş söylemleriyle halk nezdinde bir “kâğıttan kaplan” görüntüsü yaratmış olduğunun ortaya çıkmasına engel olamadı. Kendisinden yardım bekleyen acı içindeki vatandaşlarını hayal kırıklığına uğrattı, ortada bıraktı. Zarara uğrayanların yaralarını sarmaya öncelik vereceğine, bu tuhaflığı sorgulayanlardan ve uluslararası camiadan yardım talebinde bulunanlardan hesap sorma yolunu seçti.
Bu arada, ülkemizde zaten vahim boyutlara ulaşmış bulunan kutuplaşmayı daha da körüklemekte beis görülmedi. Afet mücadelesine odaklanılacağı yerde, nefret temelli karşılıklı suçlama yarışının başlamasına göz yumuldu. Bunun, uzlaşma kültürünü tamamen ortadan kaldıracağına, sosyal ve kültürel fay hatlarının derinleşmesine sebep olacağına aldırış edilmedi. Aksine, bu kutuplaşma siyaseten teşvik edildi.
Söylemlere hâkim olan nefret dili, yıllardır dilimizden düşürmediğimiz, ülkemizin bir “hoşgörü, uzlaşı ve barış” diyarı olduğu yolundaki mesajlarımızın altının boş olduğunu da gösterdi.
Kurumsal kimliğini kaybetmiş ve iktidar partisinin bir nevi yurt dışı komiserliği görünümü almış olan Dışişleri Bakanlığı’nın da bu yönetim zafiyetinde payı olması kaçınılmazdı. Ancak, afetlerle mücadelede belli bir tecrübesi bulunduğunu geçmiş dönemlerden bildiğimiz bakanlığın böylesine etkisiz kalacağını da kimse düşünmezdi, doğrusu…
Nitekim, bakanlık, uluslararası yardım tekliflerinin değerlendirilmesinde ve organizasyonunda ciddi bir varlık gösteremedi. Bakanlık içinde bir kriz masası oluşturulması dahi düşünülmedi. Uluslararası kamuoyuna açık ve düzenli bilgilendirme yapılmadı. Tabiatıyla, dünya kamuoyu, sosyal medyada yer alan, çoğu spekülatif nitelikteki bilgilere mahkûm edildi.
Yangınların ülkeyi kasıp kavurduğu dönemde yabancı ülkelerden gelen yardım tekliflerinin akıbeti hakkında doyurucu bilgilendirme yapılmadı.
Hangi ülkeler, ne gibi yardım teklifinde bulundu? Hangi ülke kaç adet yangın söndürme uçağı gönderdi? Bunların getirilmesine devlet mi, özel kişi ve kurumlar mı aracılık etti? Bunlar hangi bölgelerde söndürme faaliyetinde bulunuyor? Bütün bunlar ne kadara mal oldu? Bu ve benzer soruların cevabı maalesef hâlâ tam olarak bilinmiyor.
Mensubu olmaktan onur duyduğum ve kırk yıla yakın hizmet ettiğim Dışişleri Bakanlığı’nın ideolojik amaçlar uğruna hoyratça kullanılmakta olduğunu görmekten derin üzüntü duyuyorum.
Meslek memurluğu kavramı giderek yok oluyor. Usta çırak ilişkisi yoluyla yürütülen geleneksel eğitim neredeyse sona ermiş durumda. Bakanlığa yeni alınan meslek memurlarının tecrübe kazanma imkanları giderek daralıyor. Mevcut nitelikli meslek memurlarından da etkin şekilde yararlanılmıyor. Profesyonel kadroların yerini sistemli şekilde eski siyasetçiler alıyor. Makul ölçülerin dışına taşan bu tür atamaların yanlışlığına ve ileride dış politikamızda ağır maliyet yaratacağına ilişkin uyarılara kulak asılmıyor. Atamalarda Dışişleri Bakanı’nın dahi inisiyatif kullanamadığı hemen herkes tarafından biliniyor. Nitekim, hazırlıkları devam ettiği söylenen bu yılki büyükelçiler kararnamesinde, siyasi atamaların sayısının önemli ölçüde artacağı yolunda duyumlar alıyorum.
Dışişleri Bakanlığı, yabancı ülkelerin Türkiye’de görev yapan diplomatları nezdindeki ağırlığını ve önceliğini de giderek yitiriyor. Yabancı meslektaşlarımız, bakanlıkta muhatap bulmakta güçlük çektiklerini, doyurucu bilgi almakta çok zorladıklarını, meslek memurlarının inisiyatif kullanmaktan çekindiklerini dile getiriyorlar.
Dışişleri Bakanı da, son kriz döneminde daha ziyade ikinci bir bir İçişleri Bakanı gibi görev yapar oldu. Nitekim, yangınlarla mücadele için oluşturulan siyasi ekibin içinde ilk defa bir Dışişleri Bakanının da yer aldığını gördük. Ama, bakan, ne hikmetse Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında yer almadı. Bunun bir sakıncası yok, elbette. Ancak, doğrudan içişlerini ilgilendiren konularda bir Dışişleri Bakanı’nın, siyasi sorumlulardan biri olarak kamuoyu önüne çıkarılmasının sebebini anlamakta güçlük çekiyorum ve acaba, ona da bir fatura mı kesilmek isteniyor diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Zira, Dışişleri Bakanlığı’nın öncelikli görevi, uluslararası ilişkilerimizde mevcut siyasi sorunlara somut çözümler üretmektir. Dış politikamıza akıl almaz bir tutarsızlığın egemen olduğu, hemen her konuda ciddi bir savrulma yaşadığımız, uluslararası planda birçok ülke ile mevcut devasa sorunların çözüm beklediği bir dönemde Dışişleri Bakanı’nın asli sorumluluklarının dışındaki konulara odaklanmasına anlam vermek zor.
Tarih boyunca hayranlık uyandırıcı sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştiği Dışişleri Bakanlığımızı, iç siyasetin dar kulvarından çıkararak, bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklandırmak Dışişleri Bakanı’nın en temel görevi olmalıdır.
Kendisine, afet ile ilgili bir siyasi talimat verildiyse, o takdirde, bizlerin de yangın mücadelesinin Dışişleri Bakanlığı’nı ilgilendiren boyutlarının doğru şekilde yönetilmesini ve bu çerçevede somut girişimlerde bulunulmasını talep etmek en doğal hakkımızdır.
Örneğin, ben, Türk Hava Kurumunun (THK) yangın söndürme uçaklarının az bir maddi destekle devreye sokulabileceği ortadayken, Somali’ye 30 milyon dolar tutarında yardım yapılması konusunda Dışişleri Bakanlığı’nın nasıl bir tutum aldığını, doğrusu merak ediyorum. Afganistan’da, ilişkilerimizin geleceği uğruna büyük sorumluluklar üstleneceğimiz NATO müttefikimiz ABD tarafından yangınların söndürülmesi konusunda herhangi bir destek teklif edilip edilmediğini merak ediyorum. Milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmakta olmamız sebebiyle her vesileyle sırtımızı sıvazlayan Avrupa Birliği’nin, yangınla mücadelemize 3 uçak göndermek dışında ne ölçüde katkı sağladığını merak ediyorum. İlişkilerimizi normalleştirmeye çalıştığımız bir dönemde, İsrail’den gelen yardım teklifine ilk aşamada neden yanıt verilmediğini merak ediyorum.
Dışişleri Bakanımızın ve bakanlık teşkilatının bu konularda kamuoyunu bir an önce etraflıca bilgilendirmesinde zaruret olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, bu haliyle, adeta fırtınalı bir denizde rotasını kaybetmiş gemiye benziyor.
Fırtınanın bir gün nasıl olsa dineceğini bilen gemi kaptanının yegâne amacı da fırtına geçinceye kadar tekneyi su üstünde tutmak. Fırtınanın gemide yarattığı ağır tahribatı umursamıyor. “Güçlüyüz ve her türlü zorluğun üstesinden gelmeye muktediriz” mesajı vererek, mürettebatın ve yolcuların moralini yüksek tutmaya çabalıyor. “Kâğıttan kaplan olmamalıyız” cümlesi tam bu aşamada dilimizin ucuna geliyor.
Biraz olsun tarih bilenler, kaptanın gemiyi karaya oturmaktan kurtarmasının zor olduğunun farkında. Titanik faciasında olduğu gibi, halk gemi orkestrasının son performansını çaresizlik içinde seyrediyor.
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…
Suriye'de Esad rejimini deviren harekatın hazırlığının bir yıldan fazla bir süredir yapıldığı, Türkiye’nin, ABD’nin ve…