El Kaide’nin New York’taki ikiz kulelere saldırısının vuku bulduğu 11 Eylül 2001 Salı günü, Washington Büyükelçiliğindeki görevimden Ankara’ya döneli iki hafta olmuştu. Amerikalar Daire Başkanlığına yeni atanmıştım. Genel Müdür Yardımcımız Vefahan Ocak, o saatte Bakanlık dışındaydı. Öğle tatili henüz sona ermişti.
Odamda çalışırken, Bakanlık koridorunda bir hareketlenme olduğunu fark ettim. Aralarında konuşan arkadaşlardan birisi New York’ta ikiz kulelere bir uçağın çarptığını söylüyordu. Hemen Vefahan Beyin odasına gittim ve televizyonu açtım. Kulelerden birinden dumanlar yükselmekteydi. CNN spikeri olayın şaşkınlığı içindeydi. Haklı olarak ne olup bittiğini izah etmekte zorlanıyordu. Tam o sırada, ikinci kuleye başka bir yolcu uçağının çarpışını canlı olarak izledim. Adeta bir bilim-kurgu filmi gibiydi.
Tarihinde ilk defa ABD kendi evinde saldırıya uğruyordu. Herkes şok içindeydi. Kısa süre sonra bunun bir terör saldırısı olduğu anlaşıldı. Saldırılarda 19’u El Kaide intihar bombacısı olmak üzere 3015 kişinin öldürüldüğü, 25 bin kişinin yaralandığı açıklandı.
El Kaide’nin bahse konu 11 Eylül saldırısı, ABD üzerinde büyük bir travma yaratmakla kalmadı, Amerikan tarihi bakımından bir dönüm noktası oldu.
Travma deyince, bunun Amerikalılar açısından ne anlama geldiğini iyi tarif etmek gerekir. Saldırı, yerkürenin en güvenli toprak parçası üzerinde yaşadığından emin olan sokaktaki Amerikalı için tahayyül dahi edilemeyecek bir olaydı. Bırakın Amerika’ya saldırmaya cüret etmeyi, kimse böyle bir şeyi aklından dahi geçiremezdi.
Saldırı, ABD dışındaki dünya ülkeleri için de korkunç ve kabul edilemez bir olaydı. Ancak, tahayyül edilemez nitelikte değildi. Zira, Orta Doğu başta olmak üzere, gerginlik yaşanan birçok coğrafyada her gün onlarca insanın hayatına mal olan saldırılar meydana geliyordu. Dolayısıyla, saldırı tepkiyle karşılanmasına rağmen ABD dışındaki hiçbir ülkede kalıcı bir travmaya sebep olmadı.
Aslında, 11 Eylül saldırısı faraza uzaylılar tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, Amerika dışındaki ülkeler, işte o zaman, Amerikan halkının hissettiğine benzer bir travma yaşayacaklardı. Zira, gençlik yıllarımızdan hatırladığımız “uzay yolu” gibi dizilerin yaratıcısı olan Amerikalılar için böyle bir saldırının uzaylılar tarafından gerçekleştirilmiş olmasını daha anlaşılır kılıyordu.
Kısacası, 11 Eylül’ün, Amerikan insanının psikolojisini bozduğunu söylemek yanlış olmaz. Neticede, Amerikalılar olmayacak bir işin peşine düştüler. Ne pahasına olursa olsun, ABD için “mutlak güvenlik” sağlanacaktı. Terör odakları ortadan kaldırılacak, terör destekçileri cezalandırılacaktı.
Bunun için, o tarihlerde El Kaide’ye ev sahipliği yaptığı ve lideri Usame Bin Laden’i barındırdığı bilinen Afganistan’a tarihteki en kapsamlı askeri saldırıyı düzenlediler. Hukuku ve yargı süreçlerini askıya aldılar. Terör ile mücadele gerekçesiyle, çağdaş medeniyetin temellerini oluşturan bütün normları ve değerleri pervasızca çiğnemekten çekinmediler.
Sovyetler Birliği yıkıldığında ve Soğuk Savaş bittiğinde, Japon asıllı Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama o meşhur makalesini kaleme aldı: “Tarihin Sonu”. Makalede, liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi ile dünya arasında duran son engelin de kalktığını savunuyordu.
Birçok insan ikna oldu.
Şimdilerde ise, kurallara dayalı, liberal dünya düzeninin sallantıda olduğunu görüyoruz. Dünya nüfusunun yarısından fazlası otokrat liderler ve demagoglar tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla, şimdi geriye dönüp baktığımızda, Fukuyama’nın düşüncesi, tatlı ve naif görüntü arz etmekten öteye bir anlam ifade etmiyor.
Aynı şekilde, 11 Eylül saldırıları sonrasında yaşanan travmanın sebep olduğu korku yüzünden ABD’de uygulamaya konulan “mutlak güvenlik” temelli yönetim anlayışının da bir fanteziden öteye anlam ifade etmediği anlaşıldı.
Diğer bir ifadeyle, birtakım düşünürlerce, “Amerikan modern tarihinin başlangıcı” olarak tarif edilen 11 Eylül sonrası dönem aslında Amerika’nın değerleri ve gücüyle meşruiyet sağladığı küresel hegemonya tarihinin sonu oldu.
ABD’nin gücünü ve küresel sistemdeki ağırlığını sadece gerçekleştirdiği askeri müdahalelerin başarısızlığı ile ölçmek yanlış olur.
Nitekim, ABD, bugüne kadar, 19 değişik ülkede, toplam 41 kez askeri güç kullanmış ve bunlardan hemen hiçbirinde başarılı olamamıştır. Ancak, sonuçları ne olursa olsun, bizatihi bu harekatları gerçekleştirebilmesi dahi gücünün ürkütücü boyutları hakkında fikir vermeye yeter. Örneğin, Başkan Barack Obama, 2011 yılında Afganistan’dan çekilme kararını açıkladığında, Afganistan’da büyüklü küçüklü 800 ABD askeri tesisi vardı.
Bu arada, Afganistan’dan çekilmenin yönetilmesi konusunda sergilenen beceriksizlik sebebiyle Başkan Biden’a yöneltilen eleştirilere rağmen, çekilme kararının Amerikan halkının tam desteğine sahip olduğunu da unutmamak gerekir.
Dolayısıyla, bu noktada esas alınması gereken, ABD’nin fiili gücünü değil, geliştirdiği evrensel değerlere dayanan küresel anlamdaki moral üstünlüğünü muhafaza edip etmediği hususudur.
Afganistan’dan çekilme sürecini yönetmekte gösterdiği inanılmaz zafiyet, Amerika’nın dostları ve müttefikleri başta olmak üzere, dünya ülkeleri nezdindeki moral üstünlüğünün ciddi yara almasına yol açtı. Joe Biden Yönetimi ülke içinde de zemin kaybetti. Bunun, Demokratlar bakımından maliyetinin ne boyutta olduğunu, önümüzdeki yıl yapılacak Kongre ara seçimlerinde göreceğiz.
Küresel dünya düzenini, evrensel değerler, özgürlükler ve adalet temelinde yeniden kurgulama vaadiyle iktidara gelen Başkan Biden’a duyulan güven büyük ölçüde azaldı. Ayrıca, Biden’ın iktidara gelmesiyle transatlantik ilişkilerde; Avrupa ile sağlanan olumlu gelişmeler de kesintiye uğradı.
Özellikle, Afganistan’dan çekilme konusunda yaşanan bir dizi anlaşmazlık sonrasında, Avrupalı liderler, Biden hakkındaki beklentilerini gözden geçirmeye ve ABD’ye daha az bağımlı bir gelecek kurgulamaya başladı.
Çekilme kararının yarattığı tartışma bir yana, Avrupalı liderler, Amerikalı müttefiklerinin koordinasyon eksikliği yüzünden, esas itibariyle NATO görevi olan Afganistan’daki çekilme sırasında 36 ülkeden askerlerin tehlikeye atıldığı görüşündeler.
Bu arada, küresel planda ABD’ye karşı oluşan güvensizlik, Rusya, Çin ve İran’ı hasım olarak ilan ettiği bir dönemde, ABD’nin bu üç ülkeyi çevreleme hedefine ulaşmasını hayli güçleştirdiğini anlamak gerekiyor. Ayrıca, 11 Eylül saldırıları üzerine başlattığı Afganistan’a yönelik harekata birçok ülkeden destek sağlamak suretiyle oluşturduğu meşruiyeti tekrar tesis edebilmesi de artık çok zor.
Diğer taraftan, Afganistan fiyaskosu, Biden’ın iktidara gelmesiyle belli ölçülerde kendilerine çeki düzen vermeye başlamış olan popülist yöneticilere de yanlış bir mesaj oldu.
Küresel düzenin yeniden ve daha adil şekilde kurulması sürecini akamete uğratma potansiyeli taşıyan bütün bu gelişmelerin başlıca sorumlusu olarak ABD’yi eleştirelim. Ancak, kendi hatalarımızla yüzleşmemiz gerektiğinin de farkına varalım ve yapıcı anlayışla hareket edelim. Amerikalıların, kendilerini sorgulama ve yanlışlarından ders çıkarma erdemine sahip olduklarını unutmayalım.
Ayrıca, önümüzdeki belirsizliklerle dolu sürecin, müttefik ülkeler arasındaki dayanışma ve koordinasyona özen gösterilmediği takdirde, küresel bir kaosa evrilme riskini barındırdığını ve böyle bir sorunu hiçbir dünya ülkesinin tek başına yönetemeyeceğini de bilelim.
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…
Suriye'de Esad rejimini deviren harekatın hazırlığının bir yıldan fazla bir süredir yapıldığı, Türkiye’nin, ABD’nin ve…