Rusya, Ukrayna’yı istila ederek küresel düzlemde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Bundan sonra, siyasi ve ekonomik anlamda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Başka bir ifadeyle, Ukrayna krizi, uluslararası ilişkiler tarihinde bir milat teşkil edecek.
Aslında, Doğu-Batı ekseninde bir süre önce başlamış olan yeni nesil soğuk savaşın, Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile mahiyet değiştirerek ve şiddetlenerek devam edeceğini söylemek yanlış olmaz. Bu süreç içinde, Ukrayna krizine ilişkin politikaları, yeniden şekillenecek küresel düzende dünya ülkelerinin yerini de belirleyecek.
Uluslararası plânda yaşadığı yalnızlıktan kurtulmak amacıyla son iki yıldır yoğun çaba harcayan Türkiye, küresel anlamda ciddi istikrarsızlığa yol açmış olan Ukrayna krizini doğru şekilde yönetebilecek mi? Bu krizi içinde bulunduğu yalnızlığa son vermek bakımından bir fırsata dönüştürebilir mi? Hayli yıpranmış olan ABD ve AB ile ilişkilerini yeniden rayına sokabilir mi? Doğal üyesi olduğu Batı bloku içinde kendisi hakkında son yıllarda oluşan güvensizliği gidermeyi başarabilir mi? Bunlar Ukrayna Krizi ile gündemimize gelen sorulardan bazıları.
Krizin başlangıcından bu yana Türkiye’nin dış politikasında çarpıcı bir değişiklik görüyoruz. Hükümet, bilinen ideolojik zeminli Batı karşıtı yaklaşımlarından ve söylemlerinden uzaklaşarak, yumuşak gücünü devreye sokmaya çalışıyor. Eskiye kıyasla çok daha dengeli bir dış politika izliyor. İşin ilginç tarafı, bu radikal dönüşümü, ilk defa olarak tabanını oluşturan kitlenin farklı görüşlerine rağmen gerçekleştiriyor.
Zira şu ana kadar iktidarı destekleyen grupların genel anlamda işin ciddiyetini tam olarak kavradığını söylemek mümkün gözükmüyor. İktidar taraftarları arasında krize ilişkin tartışma ortak akıl zemininde değil, her zaman olduğu gibi iç siyasetin dar kalıpları içinde ve Türkiye’nin aidiyetini sorgular tarzda yapılıyor. Bu çerçevede, tartışmalar, Doğu ve Batı kampları içinde hangi tarafın daha fazla siyasi ahlâka sahip olduğuna dair önyargılı değerlendirmeler üzerinden sürdürülüyor.
Oysa, biz de dahil ne Batı’nın ne Doğu’nun bu hususta sicili temiz. Kimse, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan, “ülkelerin kendi güvenliklerine ilişkin tercihlerini kendi egemen iradeleriyle yapacaklarının” açıkça vurgulandığı bir dizi uluslararası belgenin fütursuzca ihlâl edilmiş olmasının sorunun özünü teşkil ettiğini göremiyor.
Büyük bir çoğunluk, ABD’nin küresel plânda yapmış olduğu çeşitli hataları, Rusya Devlet Başkanı Putin’in pervasızlığına gerekçe olarak gösterme yarışında. İktidar çevrelerinin krize dair görüş ve yaklaşımları koşulsuz destek verdikleri AK Parti’nin güncel politikasıyla uyuşmuyor.
Neyse ki hükümet, bugüne kadar bu sığ yorumlara itibar etmedi. Büyük ölçüde kendi hataları yüzünden içine düştüğü yalnızlığın “değerli” olmadığının nihayet farkına vardığı anlaşılıyor. Bu çerçevede, şimdilik pragmatik adımlarla doğru istikamette ilerlemeyi sürdürüyor. Hemen her konuda sergilenen siyah-beyaz yaklaşımdan uzak durulmaya çalışıldığına şahit oluyoruz.
Ancak, Hükümetin sıkıntısı başka. İki arada bir derede kaldığı görülen Hükümet, doğal bir üyesi olduğu Batı blokundan yana açıkça tutum alamıyor. Evvelce alınan günü kurtarmaya matuf, S-400 alımı gibi hatalı kararlar yüzünden kendini bir çıkmaza sokmuş vaziyette. Hem Rusya hem Ukrayna ile mevcut hayati çıkarları, özellikle enerji konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı ve karşı karşıya bulunduğu ağır ekonomik kriz çerçevesinde bir denge politikası yürütmeye çabalıyor. Taraflar arasında uzlaştırıcı bir rol oymaya gayret ediyor.
Türkiye’nin krize dair mesajları, uzun yıllar sonra aralarında sağlam bir dayanışma oluşturabilmiş olan müttefiklerinin zihninde, Ankara’nın nerede durduğu hususunda tereddütlere sebep olabiliyor. Buna rağmen, ABD’nin, ikili ilişkilerimizin de hassas bir dönemden geçmekte olduğu bir sırada Türkiye’den yerine getiremeyeceği taleplerde bulunmamaya özen gösterdiği görülüyor.
Ancak Türkiye’nin de başka arayışlar içine girmemesinin ve örneğin cebi para dolu oligarkları ve yandaşlarını Türkiye’de sorgusuz sualsiz misafir etmekten kaçınmasının ABD açısından en önemli beklentilerden biri olduğu da sır değil.
Avrupalı müttefiklerimizin, Ukrayna krizi çerçevesinde Türkiye’nin böylesine dengeli bir politika izleyeceğine başlangıçta pek ihtimal vermediklerini anlaşılıyor. Nitekim, birkaç çatlak ses dışında Türkiye’nin resmî açıklamalarında Rusya’nın saldırısını net bir şekilde kınamasının, ayrıca Montrö’yü tereddütsüz devreye sokmasının Avrupalı müttefiklerimizce büyük bir memnuniyetle karşılandığı görülüyor. Son on gün zarfında, Avrupa ülkelerinin liderleri tarafından Türkiye’ye yapılan ziyaretler bunun en önemli kanıtı. Uzun zamandır ilk defa, Batılı liderler Türkiye’nin krizin sonlandırılması amacıyla yürüttüğü çabalar hakkında olumlu açıklamalar yapıyor.
Hükümetin, bu hassas denge politikasını sürdürmesinin seçim sürecine girildiği bir dönemde çok daha zor olacağı aşikâr. Batı düşmanlığının zirve yaptığı bir dönemde, doğal üyesi olduğumuz Batı’nın yanında durduğumuzu gösterecek kararlar alınması, Türk halkına hâkim olan duygusallık çerçevesinde hükümete siyasi maliyet getirebilir.
Bu açıdan, krizin uzamasının Hükümetin manevra alanını giderek daraltma riskini barındırdığı bir gerçek. Ancak, bundan sonra çatışmacı politikalara dönülmesi ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Kanaatimce, Türkiye’nin yakın dönemde müttefikleri nezdinde güven oluşturacak politikalara öncelik vermesi şarttır. Aksi takdirde, yalnızlıktan kurtulmak amacıyla bir süredir sarf ettiği çabalar akamete uğramakla kalmayacak, krizin çözümünde oynamakta olduğu kolaylaştırıcı rolü de kaybedecektir.
Diğer taraftan, Ukrayna krizi, Türkiye’de tek adam yönetiminin sakıncalarının idrakine de vesile olabilir. Özellikle, benzer yönetim anlayışına sahip Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in küresel sistemden bu kadar kısa zaman içinde dışlanmış olmasından gerekli dersler herhalde çıkarılacaktır.
Dengeli davranılarak, çatışan taraflar arasında uzlaştırıcı adımlar atılmasının özellikle Batı aleminde yarattığı sempatiyi kalıcı kılmak Hükümetin başlıca hedefi olmalıdır. Bunun da yegâne yolu, büyük bir zafiyet içinde olan demokrasimizi ihya etmektir. Umarım, bu fırsat heba edilmez. Zira, özellikle ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin yeniden rayına oturtulabilmesinin başkaca yolu yoktur.
Ukrayna krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, ardından oluşacak yeni dünya düzeninde Rusya devlet Başkanı Putin’e yer olmayacaktır. Ukrayna’yı istila kararı, Putin’in, dünya siyaset tarihine, Rusya’nın geleceğini karartan bir lider olarak geçmesine sebep olmakla kalmayacak, ismi uzun sürme riski taşıyan küresel kaosun mimarı olarak da anılacaktır. Haliyle böyle bir liderle yakın kişisel ilişki sürdürülmesi de son derece zor olacaktır.
Hükümetin, Batı yöneliminde samimi olduğunu göstermek için atması gereken bir dizi adım vardır. Temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere hukuk ve adalet sisteminin ihya edilmesi Türkiye’nin uluslararası muhataplarına bu konuda önemli bir güvence oluşturacaktır.
Ayrıca, bu kritik günlerde kurumsal diplomasinin tam anlamıyla devreye sokulmasının hayati önem taşıdığını kaydetmek gerekir. Bu bağlamda, meslek yaşamımın başlangıç yıllarına ilişkin bir anektodu sizlerle paylaşmak isterim.
İlk tayinim Moskova Büyükelçiliğimize olmuştu. Soğuk savaş bütün hızıyla devam ediyordu. O dönemde Bakanlığımızın en tecrübeli diplomatlarından biri olan Büyükelçimiz Oktay Cankardeş, bir gün bana şöyle dedi: “Bak Mösyö, soğuk savaşın yakında sona ereceğine inanıyorum. Detant’ın (bloklararası yumuşama) ayak seslerini hissediyorum. Ancak, detant bugün küresel düzeyde yaşadığımız nükleer caydırıcılığa dayalı istikrarı kaybetmemize yol açabilir. Detant döneminde uluslararası ilişkilerin yönetilmesi çok zor hale gelebilir. Biz meslek hayatımızın sonuna yaklaştık. Sizin önünüzde uzun yıllar var. Sizlerin döneminde diplomasi büyük istikrarsızlıklara çözüm üretmek durumunda kalacaktır. İşiniz, bizimkine nazaran çok zor olacak”.
Ülkemizin ve diplomasimizin geleceği açısından genç diplomatlarımızın bu tür tecrübeleri yaşamalarına, benzer krizlerin nasıl yönetilebileceğini usta-çırak ilişkisi içinde öğrenmelerine imkân tanınması şarttır. Aksi takdirde, diplomatlarımızın sağlıklı ve isabetli değerlendirmeler yapabilmeleri mümkün değildir. Nitekim, Büyükelçim Oktay Cankardeş’in sizlerle paylaştığım sözleri o dönemde bana çok fazla bir şey ifade etmemişti. Oysa ne kadar haklıymış. Bu vesileyle, kendisini derin minnetle anıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) 26 Aralık’ta gerçekleştirilen Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında, 22 ay…
İneği sürekli sağarsan yeterince ve kaliteli süt alman zorlaşır. Bir süre sonra inek rahatsızlanır, hiç…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 25 Aralık’ta AK Parti grubunda “Suriye fatihi” sloganları eşliğinde Kuran’ın Fetih Suresinin…
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, asgari ücretin 22 bin TL olarak açıklanmasının ardından iktidarı erken…
2024’ü geride bırakmak üzereyiz. 2025’e girerken ekonomimiz ne durumda? Doğru yolda mıyız? Kısa bir değerlendirme…
“Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye başlayan bir cümleye hazır…