Geçen yıl koronavirüsün farklı varyantlarıyla uğraşırken, farklı ülkelerden gelen biyoçeşitlilik haberleri biz doğa bilimcileri ve gözlemcileri şaşırtmaya devam ediyordu. Ve bir haber, Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington yakınlarında, 100 yıldan fazla bir süredir görülmeyen bir kuş türünün ürediğini yazıyordu. Bu tür bölgenin en küçük kuşu, Türkçe’de “Nişancı” olarak bilinen kuştu ve Wellingtonlular için gurur kaynağı olan bir kayıt olmuştu. Kent içinde oluşturulan Zelanda’nın “ekolojik kutsal alanlar” projesine ithaf edilmişti. Bu tür projeler sıra dışı kayıtlarla şehir çapında biyoçeşitliliğe karşı bir birlik duygusu geliştiriyor. Böylece, biyoçeşitlilik bileşenlerini görmeye olan tutku artarak, şehir ortamları içindeki alanlar korunabiliyor. Bu durumu destekler nitelikte, “Journal of Animal Ecology1” dergisinde yayınlanan yeni bir araştırma, şehirlerdeki doğal ormanları restore etmenin, yerli kuşları (hatta nesiller boyu orada olmayanları bile) geri getirdiğini ve orman ne kadar eskiyse o kadar fazla türü destekleyebileceğini ortaya koydu.
Neden böyle bir giriş yaparak bu yazıyı kaleme aldığımı merak edebilirsiniz, çok doğal. Ülkemizin gündemi yakın çevremizde hayatta kalmaya çalışan biyoçeşitliliğin farkında olmamızı önlüyor. Ankara’da yaşayan bir doğa sever ve bir bilimci olarak aralıklarla kent baskısı altında var olmaya çalışan doğal ortamları ziyaret ediyorum. Korunduğunu düşündüğümüz alanların bile baskı altında yok olma tehlikesi ile karşı karşı karşıya olduğunu da üzülerek gözlemliyorum. Bu nedenle de politik olarak yoğun ülke gündemi içine böyle bir konuyu sokmak istedim. Evet, şimdi Wellington’dan Ankara’ya gelelim.
Ankara, Kıbrıscık Vadisi, Gölbaşı, Eymir Gölü gibi doğal alanlarıyla bilinen bir kent. Bu alanlardaki doğal yaşam geçmişten bu yana birçok doğa severin, kentte yaşayan halkın, kuş gözlemcilerinin ilgisini çekmiş ve çekmeye devam ediyor. Gelgelelim artık kent yaşamı içinde kabul edebileceğimiz bu alanların neredeyse tamamı tehdit altında. Gölbaşı doğal özelliklerini hemen hemen yitirdi. Kıbrıscık Vadisi sit alanı statüsünün değiştirilip farklı düzenlemelerin yapılması tehdidiyle karşı karşıya.
Eymir Gölü bu alanlar arasında en iyi korunan yerlerden biri. Orta Doğu Teknik Üniversitesi arazisi olması Eymir’i diğer alanlardan farklı bir konuma taşıyor. Ve tabi burası doğal yaşamıyla da her zaman dikkat çekmiş bir yer. Burada bir “ama” demek istiyorum, çünkü son yıllarda artan kent nüfusu baskısı altında pek görünmeyen kirlilik tehdidi ile karşı karşıya. Yeri gelmişken, WWF’in Yaşayan Gezegen raporuna göre dünya biyoçeşitliliğini tehdit eden en önemli beş faktör arasında “kirlilik” üst sıralarda.
Geçen yıl gölde, Marmara Denizi’ndeki müsilaja benzeyen kirlilik görülmüştü. Durum göle yürüyüş yapmaya, kuş gözlemeye, balık tutmaya ya da spor yapmaya gelen Ankara halkının tepkisini çekmişti. Göle gelenler bu durumla daha önce karşılaşmadıklarını dile getirmişlerdi. Balık tutmaya gelenlerden bazıları, “Oltayı attığım zaman simsiyah su fışkırıyor. Altında siyah bir şey var, akıntı var. Bu durumla ilk kez karşılaştım.” diyordu. Eymir Gölü’nü gezmeye gelen vatandaşlardan bazıları kirliliğin daha fazla alana yayılmaması için temizlik çalışması başlatılması gerektiğini söylerken, Eymir Gölü’ndeki bir görevli ise kirliğin yeni oluştuğunu, durumun yetkililere bildirildiğini kaydetmişti.
Bu haberler basında yer aldığı zaman tam olarak geçen yılın yaz sonuydu. Aradan neredeyse bir yıl geçti. Geçtiğimiz haftalarda bir sabah kuş gözlemek için göle gittiğimizde, karşımıza çıkan görüntü bu defa göl kıyısındaki köpüklerdi. Farklı zamanlarda ortaya çıkan kronik kirlilik belirtileri belli ki Ankara için önemli doğa alanlarından biri olan Eymir Gölü’nü açıkça tehdit ediyordu.
Ben bir hidrobiyolog değilim ama köpük görülmesinin, kanalizasyon gibi atıkların göle karıştığını gösteren en önemli belirtilerden biri olarak kabul edildiğini biliyorum. Daha önce benzer durum başka göllerde de kendini göstermişti. Mesela Burdur Gölü bunlara en iyi örneklerden biri. Kimi zaman doğal süreçlerin bir sonucu olarak kabul edilen bu durum esasen Eymir Gölü için doğal olmayabilir. Özellikle yağlı evsel atıkların bazik ortamlarda sudaki sodyum ve potasyum iyonları ile tepkimeye girmesi sabunlaşma olarak tanımlanan köpük oluşumuna neden olabiliyor. Dolayısıyla duruma dikkat çekmenin önemli olduğunu düşünüyorum, zira, hep tekrar ettiğim durum, Ankara’daki doğal yaşam alanları nüfusun oluşturduğu yoğun şehirleşme baskısı nedeniyle tehdit altında.
Eymir Gölündeki kirliliğin artma eğiliminde olmasından bahsedince, ekolojik bilginin yaşadığımız yer ya da kentler için önemine dikkat çekmek istiyorum. Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü araştırmacıları ve işbirlikçileri tarafından kıyı ekosistemleri hakkında kent ve kent dışındaki banliyöleri düşünme biçimleri arasındaki keskin bir karşıtlığı vurgulayan yeni bir çalışma yayınlandı. Çalışmanın yazarları, Amerika Birleşik Devletleri’nin Doğu Kıyısı genelinde 1.400 sakinden oluşan bir anketten elde edilen verileri analiz etmek için istatistiksel yöntemleri kullandı. “Urban Sustainability” dergisinde yayınlanacak olan sonuçlar, ankete katılan şehir merkezlerinde yaşayanların, sulak alan ekosistemleri hakkında kent dışı bölgelerde yaşayanlardan daha az bilgiye ve duyarlılığa sahip olduklarını gösterdi. Araştırma ayrıca kentsel nüfus içinde çevre dostu eylemlerde bulunma eğiliminin daha düşük olduğunu ortaya çıkardı. Çalışma, yazarların kentleşmiş bilgi sendromu olarak adlandırdıkları, doğal ekosistemlere zarar verebilecek ve doğal afetlere karşı toplum direncini engelleyebilecek bir sorun için de kanıt sağlar nitelikteydi.
Çalışmanın çıktıları kentleşmenin sadece sistemin ekolojik boyutunu değil, aynı zamanda sistemin sosyal boyutunu da etkilediğini ve bunun da insanların olumlu çevresel davranışlardan uzaklaşmasına neden olabileceğini varsayıyor. Sonuçları net bir şekilde kentsel sakinlere göre daha basit kent yapılarının olduğu yerlerde yaşayanların ekolojik sistem düşüncesiyle daha uyumlu olduğunu gösterdi.
Buradan hareketle söylenebilecek net bir mesaj var. Nüfus artışıyla birlikte şehirleşmenin artması, yani yerleşim yerlerinin yoğunlaşması kent yaşamında yaşayan halkı çevreden koparıyor. Koronavirüs sürecinde gözlediğimiz, insan baskısının azaldığı kent ortamında biyoçeşitliliğin kendini göstermesi ve bizlerin bu durumu nasıl şaşkınlık içinde karşıladığımız durumu doğruluyor.
Yeni Zelanda bu şaşkınlığı farklı bir boyuta taşımış ve belli ki biyoçeşitliliği politika üstü tutuyor. Peki bu durumu Ankara için yorumlayacak olursak, her yıl yaklaşık 100 bin kişilik nüfus artışıyla karakterize olan kentimizin çevresindeki doğal alanlara karşı kent sakinleri olarak bizlerin gittikçe duyarsız olacağımızı söyleyebiliriz, fakat bu durumu hak etmeyen bir kent doğal yaşamı var. Uzun lafın kısası, Cumhuriyet’in ütopyası olarak kabul edilen Ankara, doğal ortamlarıyla da var olan bir kent olmalı.
1 Noe ve ark. 2022. Habitat provision is a major driver of native bird communities in restored urban forests. Journal of Animal Ecology. DOI: 10.1111/1365-2656.13700
Şam Ravda Meydanı, 15 Aralık 2024, Türkiye’nin Şam Büyükelçiline 12 yıl aradan sonra, ay yıldızlı…
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…