Geçtiğimiz hafta ABD’de Yüksek Mahkeme kadınların istemedikleri gebelikleri sonlandırmalarını anayasal hak olarak tanımlayan 1973 yılına ait köşetaşı kararı bozdu. Böylece ABD, kadınların gebelik sonlandırma hakları ile ilgili yarım yüzyıldır içinde bulunduğu “özgürlükçü yasalara sahip ülkeler” liginden “kısıtlayıcı ülkeler” ligine düştü.
Aslında gebelik sonlandırma, ABD’de anayasal bir hak olarak tanımlandığı 1973 yılından bugüne değin çok kutuplaştırıcı bir konuydu. Bu elli yılın özellikle son yirmi yılında, “İncil kuşağı” denen, sosyal tutuculuğun ağır bastığı eyaletlerde, ülkenin daha “kırsal” özellikler taşıyan orta kesimlerinde, muhafazakar yöneticiler ve eyalet düzeyindeki yasa yapıcılar kendi eyaletlerindeki kadınların bu hakkı kullanmak için gerekli hizmetlere ulaşmasını kısıtlayan/imkansızlaştıran birçok uygulama geliştirdiler. Kilise grupları, kendilerine “hayat savunucuları” diyen ama kadınların ve yaşayan çocukların hayat haklarıyla hiç ilgilenmeyip, ceninlerin, hatta döllenmeden itibaren embriyoların potansiyel hayatlarını memleketin en önemli meselesi sayan aktivistler, yasalardaki boşlukları kullanarak, kadınların gebelik sonlandırma hizmetlerine ulaşılmasını engellemeyi misyon edindiler.
Örnek vermek gerekirse, 1993 yılında doktora sonrası çalışma için gittiğim ABD’de, fırsat buldukça yoksul kadınlara hizmet veren gönüllü kuruluşları ve onların çalıştırdıkları kadın sağlığı merkezlerini ziyaret etmeye çalışmıştım. Bu ziyaretlerden ilkini yapmak için merkez gönüllüsünden randevu ve adres alırken uyarıldım: “İsterseniz Salı günü gelmeyin, o gün gebelik sonlandırmalar yapılıyor.” Şaşırdım. “Özellikle o gün gelmemin daha iyi olacağını,” söyledim. “O zaman,” dedi gönüllü, “hazırlıklı gelin, adresi ve kliniğin yerini önceden çalışıp ezberleyin ki kimseye yol sormak zorunda kalmayın. Kliniğin sokağına sapar sapmaz, bizim gönüllülerimizin el ele tutuşarak kurduğu koridorun içine girin, yoksa kliniğe ulaşamazsınız. Gönüllülerimizin hepsi sarı eşarplar ve kol bantları taşıyor olacak. O zincirin arkasından size bağırıp çağırıp hakaret eden kalabalığa bakmadan ve aldırmadan hızla binamızın kapısına doğru yürüyün. Üzerinize kırmızı boya atabilirler, ona göre giyinin.”
Gebelik sonlandırmanın anayasal hak olduğu bir dönemde, üstelik, “liberal” sayılan doğu kıyısında, yoksul bir kadınsanız, gönüllü kuruluşlar sayesinde, nispeten ucuz bir ücret karşılığında gebelik sonlandırabiliyordunuz. Ama hiç de kolay olmayan bir iç muhasebesinden sonra verdiğiniz kararı uygulayabilmek için kliniğe gidene kadar her türlü hakarete, önünüze, üzerinize atılan kanlı cenin modellerine, kan kırmızı boyalara ve en hafifi “bebek katili” olan hakaretlere maruz kalıyordunuz. Dünyanın en zengin ülkesinde, kurumsal demokrasisiyle ve hür dünyanın lideri olmakla övünen bir ülkede, anayasanın size tanıdığı hakkı ancak böyle kullanabiliyordunuz.
O sırada Türkiye’de on haftaya kadar gebelikler istek üzerine kamu kuruluşlarında, ücretsiz sonlandırılıyor, üstelik, toplum, bu karara varmış kadınları ve çiftleri yargılamıyordu. Anlattığım kliniğe giderken yaşadığım linç tablosunun yarattığı dehşet ve hayatlarının zor bir anında buna maruz kalmak zorunda kalan kadınlar için duyduğum üzüntü kafamda hala çok canlı. “Üçüncü dünya”dan gelen meraklı bir genç doktor olarak, bu açık ve saldırgan kadın düşmanlığını kavramak ve nedenlerini analiz etmek için çokça düşünmem gerekti.
Maalesef tarihin topu her zaman ileriye gitmiyor. İçinde bulunduğumuz dönem de bu gerileme dönemlerinden.
Tarihin topu, Türkiye’de de kadınların üreme sağlığı ve bedenlerini denetleme hakları açısından uzunca bir süredir, özellikle son on yılda giderek artan bir hızda geriye gidiyor.
Türkiye’de gebelik sonlandırma konusunda yasal çerçeve hala 1983’de kabul edildiği şekilde. Hatırlanırsa 2012 yılında zamanın Başbakanı Erdoğan, üstelik kadınların üreme ve kendi bedenleri üzerindeki kontrol haklarını ilerletmek amacıyla düzenlenen bir Birleşmiş Milletler toplantısında “her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasında bulunmuştu. Bu açıklamayı takiben Sağlık Bakanlığı isteğe bağlı gebelik sonlandırmayı kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlığında olduğunu açıkladı. Kadınlar sokaklara indiler. Gün, bugünden farklıydı. Kamuoyunda, hatta yönetime yakın bazı kanaat önderlerince bile, bunun kadınların sağlığını tehlikeye atacağı, devletin insanların “özel hayatlarına” müdahale etmesinin yanlış olduğu vb görüşler yaygın olarak ifade edildi.
Bakanlık tasarıyı Meclise götürmekten vazgeçti. Onun yerine ne yaptı? ABD’deki tutucu Hristiyan muhalefetten ve onlara yakın kamu yöneticilerinden aldığı ilhamla, yasal olarak başaramadığını, pratikte zorluklar çıkararak denedi. Önce gebelik sonlandırmanın yalnızca tam teşekküllü hastanelerde ve ameliyathane koşullarında yapılabileceği kuralını getirdiler. Sözüm ona bu, kaliteyi arttıracaktı. Oysa ki hem bu ülkede hem ABD’de ve birçok gelişmiş ülkede on yıllardır gebelik sonlandırma ameliyathane gerektirmeyen, hastaneye yatmayı gerektirmeyen, poliklinik koşullarında uygulanabilen ve bu koşullarda yapılmasının son derece güvenli olduğu defalarca gösterilmiş bir uygulamaydı. Bu “cezalandırıcı kalite” ABD’deki sosyal muhafazakarların keşfettiği engellerden biriydi ve hükümet bunu hemen uygulamaya aldı.
İkincisi, yine ABD’deki Evangelistlerden öğrenilmiş bir uygulamayla kadın doğum uzmanlarına “vicdani red”, yani kendi inançlarına aykırı bir hizmeti vermemek hakkı tanındı. Böylece birçok kadın doğum uzmanı “vicdani redci” oldu. Gerçekten vicdanlarının sesini mi dinlediler, yoksa özellikle bazı şehirlerde sosyal tutuculuğun giderek hakim olduğu ortamda mahalle baskısından mı korktular, ya da yalnızca bir iş yükünden kurtulduklarına mı sevindiler, bilinmez. Sonuç: Kadir Has Üniversitesinin 2020 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye genelinde telefonla ulaşılan 295 kamu hastanesinden yalnızca on tanesinde “kürtaj” hizmeti veriliyordu. Diğerleri ya bütün hekimleri vicdani redci olduğu için (63 tanesi) ya da kamu kurumlarında bu hizmetin yasak/gayri yasal olduğunu iddia ettikleri için (66 tanesi) gebelik sonlandırma hizmeti vermiyorlardı. Bu hastanelerin bazıları bütün bir ildeki tek kamu hastanesiydiler. Bu çalışmanın da gösterdiği gibi artık başka şehirlere seyahat edemeyecek, ya da özel hizmet satın alamayacak yoksul kadınlar için istemedikleri, sürdüremeyecekleri bir gebeliği sonlandırma şansı yok.
İş ne yazık ki yalnızca gebelik sonlandırmayla sınırlı değil. Aile planlaması adıyla da bilinen gebelikten korunma hizmetleri de son on yıl içinde hızlı bir gerileme kaydetti. Türkiye 1990’lardan itibaren hem bölgesinde, hem diğer orta gelir grubu ülkeler arasında örnek gösterilen başarılı Aile Planlaması hizmetlerine sahipti. Akademisyeninden, bürokratına, sahada çalışan ebesine, doktoruna sayısız insanın inançla ve gayretle yürüttüğü bir program sayesinde ülkenin bütün bölgelerinde, hem kırsal hem kentsel alanlarda, hem yoksul hem varsıl gruplardan kadınların gebelikten korunma bilgisine, daha da önemlisi bu yöntemleri kendisine bedelsiz sağlayacak bir hizmet noktasına ulaşması mümkündü.
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsünün ülke çapında bir örneklem kullanarak beş yılda bir tekrarladığı çalışmalara göre 1980’lerden 2010’lara kadar hem bilgi, hem yöntem kullanımı giderek arttı. En önemlisi bizim “Aile Planlamasında karşılanmamış gereksinim” dediğimiz, gebelikten korunmak istediği halde yöntem kullanmayan kadınların oranı giderek azaldı ve 2008-2013 arasında yüzde 6 gibi oldukça düşük bir düzeye düştü.
Ama sağlıkta dönüşüm sırasında aile planlaması hizmetlerinin kasten sistem dışında bırakılması 2013-2018 döneminde sonuçlarını gösterdi. Karşılanamayan Aile Planlaması gereksinimi iki katına çıkarak yüzde 12’yi buldu. Aynı dönemde gebelikten korunmak isteyenlerin giderek artan bir bölümünün bu hizmeti özel sektörden aldığını gördük. Bunun bir yansıması olarak düşük refah düzeyindeki kadınların karşılanmamış gereksinimi, yüzde 18 ile, yüksek refah düzeyindeki kadınlardan(yüzde 8) iki kat daha fazlaydı.
2022’ye geldiğimizde durumun daha kötü olduğunu tahmin etmek güç değil. Zira Sağlık Bakanlığı hap, spiral, kondom gibi yöntemlerin sağlanmasından tamamen vazgeçti. 2019’dan beri bu konuda ihale dahi açmıyorlar. Vermekten kaçındıkları para o zamanın parasıyla 20 milyon TL, hadi bugüne uyarlayalım 80 milyon TL.
İş, para bulunamaması değil, zira Bakanlık talep etse bu miktarı kendilerine sağlayacak birçok ulusal ve uluslararası kuruluş var. Mesele bunun istenmemesi. Bu ideolojik inadın bedelini ise sayıları geçtiğimiz yıllarda dramatik olarak artan yoksul kadınlar ödüyor. Bu konudaki talep o kadar karşılanamaz durumdaki her gün CİMER’e şikayetler yapıldığını, hiç birine doğru düzgün yanıt verilmediğini, illerdeki sağlık yöneticilerinin yokluktan şikayetçi olduğunu biliyoruz. En son Derin Yoksulluk Ağındaki çalışmalarını takdirle izlediğimiz Hacer Foggo da sahada durumun ne kadar vahim olduğunu yazdı. Çocuğunun karnını doyuramayan anneler, gebelikten korunmak için, aslında devlete maliyeti çok düşük olacak bir yönteme ulaşamıyor, istemedikleri gebeliklere, belki ölümcül merdiven altı düşük tehlikesine maruz bırakılıyorlar.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…