Epey bir süredir, dış politika ve diplomasi uygulamalarının iç siyasetin ayrılmaz parçası haline geldiğini adeta kabullenmemiz isteniyor. Birbirlerinden ayrı tutulması gereken iç ve dış siyasetin tam anlamıyla örtüşmesini tuhaf karşılamamaya zorlanıyoruz.
Artık, diplomaside haykırmalarla, meydan okumalarla, çokça hamasetle, bazen hakaret ve küçümsemeyle, tansiyonu alabildiğine yükseltilmiş hararetli tartışmalarla nefes tüketmeyi garipsemememiz gerektiği söyleniyor. Sesi çok çıkanın, aklı evvel ve açık göz davranıp, çalım atma hüneri gösterenin haklı olduğunu düşünmemiz veya varsaymamız telkin ediliyor.
Öyle ki hem sahada hem masada “bizden koparılmış haklarımızı” diplomatik hünerle değil, dosta güven, düşmana korku veren bir edayla söke söke aldığımızı göstermek marifet olarak anlatılıyor. Bu özgüven, artık hepsi birer dış politika uzmanı olduğu zehabına kapılmış sokaktaki insanlarımızı sosyal medya platformlarında birbirlerine ders verir, akıl öğretir, ‘büyük oyunu’ görür hale getirmiş gibi duruyor.
Peki, hakikat sahiden böyle mi? Yoksa, sahtecilikte kurgulanmış algı yer değiştirerek, sahneyi popülizmle beslenen sanal gerçekliğe mi bıraktı?
Büyükelçiler Konferansı bu yıl 8-12 Ağustos tarihlerinde “2023 ve Ötesinde Akil ve Müşfik Türk Diplomasisi” temasıyla Ankara, Sheraton Otelinde başlayacak, sonra Kayseri ve Nevşehir’de devam edecek. Önümüzdeki bir hafta boyunca, dış politika, yaz sıcağında, kamuoyumuzun gündemini ister istemez işgal edeceğine göre, konuyu bir ucundan tartışmak zamanlı ve zihin açıcı olabilir.
O halde, ‘kitabın ortasından’ başlayalım. Eğitimi, öğrenimi ve uygulamasıyla profesyonel bir uzmanlık alanı olması gereken, tarih bilinciyle süzülmüş, devlet tecrübesiyle sınanmış, ortak akılla donanmış, aklıselim ve sessizlikle yürütülen, ağırbaşlılığı yücelten diplomasi pratiği, dünyanın her yerinde hem gelenekte hem güncelde esas alınır. Bu kişisel bir fikir yürütme değildir; dünyada kabul göreli çok olmuş yerleşik bir ilkenin saptanmasıdır.
İlkenin dayanağı basittir: Dış politikada hesaplanmamış keskin dönüşlerin ve savrulmaların maliyeti çok yüksek olabilir. Ortaya çıkan maliyet sadece bir hükümetin zafiyeti olmakla kalmaz, bir ülkenin devleti ve milletiyle bu maliyeti birlikte üstlenmesi mecburiyetini doğurabilir. İşte o zaman, geri çevrilmesi zor durumların ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz. Kıssadan hisse, ‘pişmanlık’ duygusu veya ‘kandırılma’ beyanı fayda etmeyebilir.
Bu ilke başka gerçekleri kabullenmemizi de gerekli kılar: Dış politika, —diğer tüm alanlarda olduğu gibi— kaynağını dini ya da dünyevi bir lider otoritesinden almaz. Olabilecek yegâne dayanağı halk iradesidir. Diplomasi çoğunlukla gizli değil, ancak çoğunlukla sessiz yürütülür. Öyle ki, şeffaflığı halk iradesinin cisimleştiği parlamentolar nezdinde hükümetlerin verdiği hesapla orantılı ölçülür. En azından, demokratik toplumsal iradenin halk indinde yerleştiği ülkeler için bu genel kabul görmüş bir sabittir.
Osmanlı modernleşmesinin, Cumhuriyet çağdaşlaşmasıyla geliştiği tarihi süreç bu saptamaları doğrulayan örneklerle doludur. Hızlıca ilerleyip, bugüne gelmek gerekirse, epeydir yeni bir tarih ve din anlayışının üzerimize giydirilmek istendiği, halk kitlelerinin kıvamına getirilip, alabildiğine coşturulduğu popülist bir otoriterleşmeyi yaşamın her alanında deneyimliyoruz.
Yüceltilen ataerkil kültürün, toplumun yarısı olan kadınları dışlayıcı ateşi, ‘yerli ve milli’ şuurla sürekli harlanıyor. Yaratılan ‘liderlik, sadakat ve itaat’ efsanesi, ötekileştirilen, içeride ve dışarıda mevcudiyeti asla tartışma götürmeyecek, görünmeyen hasımlara karşı ezel-ebed mücadele söylemiyle yüceltiliyor.
Siyasi iktidarlar elbette seçmenin siyasi eğilimlerini dikkate alacaktır ama ulusal çıkarlar her zaman seçmen eğilimleriyle örtüşmeyebilir.
Böylesi bir ortamda kurumsal profesyonelliğe hacet bulunmadığı safsatası zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Parlamenter hesap verme, bağımsız yargı ile basın denetimi de haliyle iyice marjinalleştirilerek, muhtemel bir tartışmanın kıyısına itiliyor. Tabiatıyla, gerçeklikten uzak bütün bu dayatmalar, dış politikayı akılcılıktan uzaklaştırıp, hayalî ve tahayyülden ibaret bir romantizme sürükleyebiliyor.
Örnek(ler) mi? O denli çok ki, sıralamak için yer, okumak için sabır yeterli gelmeyebilir. Şu çarpıcı kıyasla yaşadığımız derin çelişkileri bir çırpıda toparlayabiliriz: Bir “değerli yalnızlık” şiarıyla çıktığımız ahlaki üstünlüğe dayalı dış politika yolunun sonunda, bırakın Mısır’ın Dimyat’ındaki pirince ulaşmayı, elimizdeki bulgur tanelerini sayar hale gelmiş bulunuyoruz. Örneğin, AB’yle güncellenecek bir Gümrük Birliği ve vizesiz seyahat çoktandır konuşulmuyor. Çok taraflı dış politika hedefiyle başlayan süreç, tanımlanmamış bir “Avrasyacı” eksene savrulmuş durumda. Daha beteri, sayısını yetkili makamların dahi tam bildiği kuşkulu milyonlarca sığınmacıyla baş başa kaldık.
Kâh düşman, kâh dost bellediğimiz ülkeleri saymaya yetişebilen kaldı mı, artık bundan kimsenin emin olduğunu sanmıyorum. Bu keskin kıvrımlar içinde, diplomasinin ‘ilkelere ve kurallara dayalı’, öngörülebilir bir sanat olduğunu hatırlayan da kalmadı. Dahası, çok yakın dönemde dilimize pelesenk ettirilen “Mavi Vatan” masalı, sınır aşan askeri operasyonlar, dış güçlere karşı kazanılan zaferler el çabukluğuyla gündemden düşürüldü. Düşman olarak aşağılananlarla bir anda sıkı dost haline geldik.
Bütün bu tutarsızlıkların insan hafızasının “nisyanla malûl” olduğu özdeyişinin arkasına sığınılarak, unutulması belki mümkündür. Ancak, böylesi kaygan bir zeminde, aklıselim ve sağduyuyla, sürdürülebilir, ikna edici bir dış politika yapmanın mümkün olduğu söylenebilir mi?
Şimdi, yeni bir Büyükelçiler Konferansı kapımızda. Bu girişim başlatıldığında, istenen ve tasarlanan, dünyanın uzak köşelerinden vatan topraklarına gelen Büyükelçilerimizin, dış politika fırsatlarını, diplomasi uygulamalarını, sınamalarını, enine boyuna tartışarak, karar verici makamlara politika değerlendirmelerini, seçeneklerini sunmalarını sağlamaktı. Kendi köşelerinden çıkarak, ‘büyük resim’ içinde buluşmalarını ve kaynaşmalarını temin etmekti.
Peki, haftaya yapılacak Konferans’ta bu temel hedefler sağlanabilecek mi? Korkarım kısa yanıt, hayır olabilir. Bu yanıta, diğer ülkelerdeki uygulamalara bakarak, açıklık kazandıralım.
Büyükelçiler Konferansı uygulamasını biz icat etmedik. Köklü diplomasi geleneği olan ülkelerin diplomatik vizyon arayışının parçası olarak başlatılan bir uygulama bu. Şimdilerde, hemen her ülke, imkanları elverdiği ölçüde, bu pratiği benimsemiş durumda.
Ancak, başka ülkelerin uygulamaları ile bizim uygulamamız arasında önemli farklar var. Açılış oturumları hariç, bu konferanslar basının köpürtülmüş ilgisinden daima uzak tutulur. Zira, tanımı icabı aslî amaç bir profesyonel danışma mekanizmasının çalıştırılması ve bu çerçevede siyasi iradeyle uyumlu hedeflerin belirlenmesidir.
Bu, kameralar önünde cereyan eden bir popüler yetenek ya da bilgi yarışması değildir; hükümetlerin kamuoyu önünde reklamı, kabine üyelerinin ya da kamu makamlarının gösteriş aracı hiç değildir.
Büyükelçiler Konferansu, hedeflerden uzaklaşan bir sohbet toplantısının önüne geçilmesi için odaklı ve kısa süreli olarak düzenlenir.
Sonu gelmeyen resmî yemeklerin, masraflı ve gösterişli temsil-ağırlamanın önde gözüktüğü bir halkla ilişkiler egzersizi haline gelmesine izin verilmez. Hele, tasarrufa en çok gereksinim duyduğumuz bu günlerde böyle bir anlayışla gerçekleştirilmesi hiç kabul edilemez.
Bu nedenlerle, çoğu ülkede, bir Büyükelçiler Konferansı yapıldığında, günlük hayatın olağan akışı içinde kamuoyunun bundan haberi bile olmaz. Ayrıca, Büyükelçilerin görüş ve önerileri siyasa yapımı sürecinde dinlenir, katkıları mutlaka değerlendirilir. Aksi durumda, konferans kaçınılmaz olarak hoş sohbet dertleşmeye, hasbıhâle dönüşür.
Kurumların karar alma sürecinden uzaklaştırıldığı hallerde, bu ilkeler göz ardı edilerek düzenlenen bir konferans “dostlar alışverişte görsün” egzersizinden öteye geçmez.
Özellikle de ehliyet ve liyakatin geriye itildiği, siyasi saikle atanmış meslek dışından Büyükelçilerin boy göstermesine imkân sağlandığı bir somut durum yaratılmışsa, artık ‘geleneksel’ hale gelmesiyle övünülen masraflı bir konferans uygulamasının hedefleri boşa düşer; gerçek amaçları ve içeriği de sorgulanır hale gelir.
Önümüzdeki hafta yapılacak Büyükelçiler Konferansı’nı izleyenlerin zihinlerinin bir köşesinde kaçınılmaz olarak bu sorular dolaşacak. Umarım, Konferansın, ilk yıllarda belirlenen temel amaçlarından ne denli uzaklaştığına, siyasetçilerimizin birbirlerine methiyeler düzdüğü bir reklâm aracına dönüştüğüne ve dış politikadan ziyade, iç siyasetin konuşulduğu ideolojik bir arena haline geldiğine şahit olmayız ve Konferans başarılı sonuçlar üretir.
ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…
İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…
Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…
ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…