Ülkelerin dış politikaları hiçbir zaman iç siyasetlerinden ayrı olmadı. Ulusal kimliğin tahayyülü hemen her daim ve hemen her yerde bir ülkenin çıkarlarını ve dış politika yapım ilkelerini şekillendirdi. Kimlik sadece çıkarlar ve ilkeler ile de ilişkili değildi. Her devlet varsaydığı kimliği üzerinden kendi “akrabalarının” sınırlarının ötesinde kim olduğunu tahayyül ediyor, o tahayyül coğrafi etki alanının ufkunu, mevcut sınırlarının ötesinde hayali sınırlarını şekillendiriyordu . Üstelik içeride bir türlü çözülemeyen kimlik çatışmalarının tarafları kendi kimlik projelerini konsolide etmek için bu kavgayı her daim sınırlarının dışına taşıyordu.
Dış politika kimlik dışında da pek çok açıdan iç politikanın her zaman ayrılmaz bir parçasıydı. Seçimlere giderken sertleştirilen gündem seçmenin lider etrafında kenetlenmesine ve onay oranın artmasına neden olabiliyordu. Bu nedenle seçim dönemlerinde şahinleşen bir dış politika olasılığı artıyordu.
Siyasal rejimler kendilerine benzeyen aktörlerle bu benzerlik üzerinden ittifak kuruyor ve ulusal projelerine küresel ittifak ağları oluşturuyorlardı. Devletlerin ulusal güçlerini dengelemek için başka devletlerle kurdukları ittifaklar yerini rejimin güvenliğini garanti eden ittifaklara bırakabiliyordu. Ekonomik çıkarlar ve kalkınma modelleri ülkenin dış politika tercihlerini doğrudan şekillendiriyor, liderlik özellikleri uluslararası politikanın yapısal ve sistemik sınırlarını büzüştürüp, çekiştiriyordu.
Hiç kuşkusuz yukarıda sıraladığım bütün faktörler dış politika eğilimlerini anlamamız için önemli ipuçları sunuyorlar. Ancak Ak Parti döneminde dış politikada yaşanan en önemli değişim dış politika alanının iktidarın meşruiyeti ve devamlılığına yönelik ikincil bir alan olmaktan çıkıp, iktidarın rıza üretmek için kullandığı asal bir alan haline gelmiş olması.
Bu durumun özellikle son on yılda dış politikanın sürekli bir savaş alanı olarak kurgulanmış olmasıyla ilgisi var. Arap İsyanları ile başlayan çatışmacı süreç, Suriye iç savaşının ulus ötesi dinamikleri, hükümetin bölgedeki etnik ve mezhepsel sıcak savaşın aktif bir aktörü haline gelmiş olması dış politikayı da hükümete desteğin sürekliliğini sağlayacak bir olağanüstü hâl alanı haline getirdi. Ak Parti iktidar stratejisinin merkezine ülkeyi hem dış düşmanlardan hem de kökleri her daim dışarıda olan iç düşmanlardan korumayı yerleştirdi.
Bu çerçevede dış politika anlatısının ana unsurunu dört tarafı düşmanlarla çevrili ve saldırı altındaki Türkiye alıyordu. Aslında çok da yabancı olmadığımız bu çerçevedeki en önemli değişiklik Türkiye’nin direnme, savunma ve hatta bu saldırılara rağmen yükselme kapasitesine olan vurguydu. Daha önceki dönemleri karakterize eden mağduriyet ve endişe, yerini bütün sorunların başarı ile üstesinden gelmiş bir Türkiye anlatısına bırakıyordu.
Türkiye’nin büyüyen savunma sanayi, genişleyen askeri varlığı, derinleşen yumuşak gücü, gerektiğinde müttefiklerinin taleplerini bütün ödemesi gereken bedellere rağmen elinin tersi ile itebilmesi güçlü Türkiye’nin alameti farikası olacaktı. Dik duran, dünya liderlerini ayağına getiren, gerektiğinde masadan kalkan, denetleyici kurumlarla gücü azaltılmamış bir liderlik tarzı da bu anlatının sembolü oldu. Ak Parti’nin ilk dönemlerini karakterize eden ulusal siyasal elitlere yönelik öfke ise giderek daha büyük oranda küresel güç merkezi olarak tanımlanan Batı’ya yöneldi. Bu durum Batı’dan kopuşa da olağanüstü bir hız (ve hatta dinamizm) kazandırdı.
Mustafa Kutlay ve Ziya Öniş iç ve dış dinamikler arasındaki bu etkileşimin, hükümetin geleneksel orta güç davranışının çok ötesine geçen alışılmadık dış politika aktivizmini ürettiğini iddia ederler. Değişen bir uluslararası düzende bu olağandışı aktivizm iç siyasal konsolidasyonu sağlasa da ekonomide, siyasette ve dış politikada her unsurun bir diğerini beslediği büyük bir “üçlü yönetişim krizine” yol açacaktır.
Muhalefet bu büyük yönetişim krizini çözme iddiasıyla Türkiye’nin yeni dönemine talip oldu. Ancak bu krizin derinleşmesinde büyük rol oynayan dış politikayı seçim kampanyasının dışında bıraktı. Bir önceki yazımda ifade etmeye çalıştığım gibi bu sessizliği hükümetin avantajlı olduğu, dünyada Türkiye’ye dair pozitif bir gündemin olmadığı ve dış politikanın seçmen gündeminde geriye düştüğü bir siyasal iklimde stratejik tercih sonucu benimsenen bir sessizlik olarak görmek mümkün.
Bu sessizliğe rağmen muhalefetin dış politika konusunda çok belirgin başlıkları var. Örneğin dış politika yapım sürecinin (yeniden) kurumsallaşması, kişisel bir alan olmaktan çıkarılması ve dış işleri bakanlığının etkinliğinin artırılması neredeyse tüm muhalif siyasi aktörlerin en önemli derdi. Zira bu durum Türkiye’nin her düzeyde yaşadığı kurumsal bozulma ile çok paralel.
Bununla bağlantılı olan bir diğer başlık, dış politikanın iç politikaya maliyet üretmemesi, müttefiklerle yapıcı diyaloğa ve çok taraflılığa dönüş. Ege sorunlarından Akdeniz’e, Suriye’den Libya’ya kadar hemen her başımızı ağrıtan meselede ulusal çıkarlardan taviz verilmeden diplomasinin ana yöntem olarak tercih edilmesi vurgulanan belki de en önemli dış politika yönelimi.
Millet İttifakının dış politikasının omurgasını ise Batı ittifakı(na geri dönüş) oluşturuyor. Mutabakat Metninin dış politika bölümün ilk maddelerinden biri de AB tam üyelik sürecinin canlandırılması ile ilgili. Gümrük Birliği, vize serbestisi, dış politika uyumu, yeni yeşil uzlaşma, iklim krizi gibi Türkiye ile AB ilişkisini yenileyecek, canlandıracak konular mutabakat metninin sadece dış politika başlığında değil ekonomi, kalkınma, demokrasi başlıklarında da sıklıkla vurgulanmış.
Batı ittifakına geri dönüş sadece AB’yi içermiyor elbette. NATO’dan Avrupa Konseyi’ne kadar Ak Parti döneminde bozulan ve hatta kopma noktasına gelen ilişkinin canlandırılması ana hedeflerden.
Batı ile ilişkinin bozulmasına neden olan Türkiye’nin Rusya ile kurduğu asimetrik ilişki de dış politika gündeminin önemli başlıklarından. Rusya ile çatışmasız ve dengeli, S400 sorununu da Batı ile ilişkilerde bir engel olmaktan çıkararak çözecek bir dış politika yönelimi öngörülüyor.
Batı ittifakı ile öngörülen pozitif gündemi gölgeleyen en büyük konu ise göç sorunu. Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin hemen tamamı AB’nin Türkiye’deki sığınmacılar sorununda ortak sorumluluk ve külfet paylaşımı üstlenmesini istiyor. AB ile hem 2014 Geri Kabul Anlaşmasının hem de 2016 Mutabakat metninin gözden geçirileceğini ifade ediyor. Daha da önemlisi bütün Avrupa başkentlerinde büyük bir paniğe yol açan Suriyeli sığınmacıların 2 yıl içerisinde geri gönderilmesi vaadi Kemal Kılıçdaroğlu’nun en temel vaadlerinden.
Burada altı çizilmesi gereken nokta göç konusundaki politikalar söz konusu olduğunda göçün büyük oranda Suriyeli mülteciler meselesi olarak görülmesi. Böyle bakıldığında AB gündemi ile hükümetin politikaları daha uyumlu gözüküyor. Oysa halihazırda AB ile Türkiye’nin arasındaki en önemli sorunlardan birisi Ak Parti hükümetin düzensiz göç konusundaki gevşek yaklaşımı ve esnek vize politikaları. Düzensiz göç söz konusu olduğunda muhalefetin gündeminin AB gündemi ile örtüştüğü bile söylenebilir.
Millet ittifakı’nın talepleri büyük oranda Türkiye’nin kaybettiği tutum, kurum ve değerlerinin geri getirilmesiyle ilgili. Kısacası bu aslında bir onarım ve geri çevirme gündemi. Bu onarım gündemi hiç kuşkusuz bir geçiş sürecine ihtiyaç duyan bir siyasal sistem için olağandır.
Ancak bu onarımın konsolide edilebilmesinin ve bunun Türkiye’ye yeni bir yönelim yaratmasının tahmin edilenden daha ciddi bir yokuş olduğunu öngörmek de mümkün. Bu sadece geçtiğimiz 20 yılda dünyanın değişmesi ile ilgili de değil, geçtiğimiz 20 yılda Türkiye nüfusunun önemli bir bölümünde dış politikaya dair beklentilerin değişmesiyle de ilgili.
Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır bir ülke olduğuna dair siyasi yelpazenin her kanadında geniş bir uzlaşma var artık. Güçlü devlet olarak Türkiye bu toplumsal dokuda geniş bir yankı buluyor. Batı’yı artık yakalaması gerekmeyen, dik başlı, merkez bir ülke olarak görülüyor burası. Bu durum tam anlamıyla nasıl olup da ortalama bir seçmenin birbirine ideolojik olarak hiç benzemeyen partilere yönelebildiğinin de bir açıklaması. Yönelebiliyor çünkü bu dünyaya kafa tutmak bu ülke seçmeninin güç tanımının da artık ayrılmaz bir parçası.
Siyasetin başarısı eğer bir arzunun çevrelenmesi ise siyasetin güce yönelik bu arzuyu nasıl yeniden çerçeveleyeceğini konuşması gerekiyor. Dış politikada siyaseten atılan her adım bundan sonra bu arzuyu/talebi doyurmak zorunda kalacak.
Bunu yapmak için de bu ülkenin gücü kendi kendine yeterlilik olarak yeniden tanımlaması lazım. Bu yeterliliğin artık sadece askeri savunma anlamına gelmediğini, gıdanın, paranın, iklimin sağlığın bu büyük gücü elde etmenin ve değişen dünyada ayakta kalmanın ana yolu olduğunu anlatarak. Önümüze konulan her dış politika hedefini refah ve direnç ile gerekçelendirerek.
Kısacası bu yeni dünyada dış politikayı dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya açılan güç üzerinden inşa etmek gerekiyor.
ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…
İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…
Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…
ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…