Bir önceki yazımın başlığı “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur: Demirel haklı çıkacak mı?” şeklindeydi. Yazıda, tencerenin bayağı boş olduğunun altını çizmiştim. Bu çerçevede, gelir dağılımında son yıllarda gerçekleşen belirgin bozulmaya ve yoksullaşmaya dair bazı göstergelere yer vermiştim.
Milletvekili seçimi bitti. Cumhurbaşkanı seçimi ikinci tura kaldı. Peki, Demirel haksız mı çıktı?
Siyaset bilimci de değilim sosyolog da. Dolayısıyla, bu soruya doyurucu bir yanıt vermem mümkün değil. Öte yandan uzmanlık alanımdan şunu biliyorum: İlgilendiğiniz bir değişkenin hareketlerini belirleyen birden fazla unsur oluyor. Bunların bir kısmı o değişkeni bir tarafa doğru çekerken, kalanı tam ters yönde hareket ettirmeye çaba gösterebiliyor. Net etki, hangi yöndeki hareketlerin daha güçlü olduğuna bağlı elbette.
Seçim sonuçlarına yukarıda belirttiğim kısıt çerçevesinde baktığımda, yazının başlığındaki soru açısından dikkatimi çeken unsur şu: 2018 milletvekili seçimine kıyasla AKP’nin oy oranı 7,1 puan, MHP’ninki ise 1,0 puan düştü. MHP doğrudan yönetimde yer almasa da hükümete ve uyguladığı politikalara tam destek veriyordu. Oy sayısı açısından bakıldığında ve kullanılan oy sayısındaki artış da dikkate alındığında, AKP’nin kaybı 3,6, MHP’nin kaybı ise 0,3 milyon oy. Cumhurbaşkanı seçimi ise ikinci tura kaldı ve Erdoğan’ın oy oranı 2018’e kıyasla üç puan düştü.
Bu basit karşılaştırma bile boş tencerenin önemli bir rol oynadığını düşündürtüyor bana. Seçmen tercihini etkileyen çok sayıda unsur var şüphesiz. Ekonomi, bunlardan sadece biri. Diğer unsurların bir kısmı ters yönde çalışmış açık ki.
Neyse… İşi uzmanlarına bırakıp ikinci turun Erdoğan lehine sonuçlanması halinde ekonomimizin nasıl şekillenebileceğine ilişkin önemli gördüğüm birkaç noktaya bir kez daha dikkat çekeyim.
Önce malumun ilanı: İçinde bulunduğumuz ekonomik durum ve bu durumu yaratan politikalar sürdürülebilir değil. Elbette her sürdürülemez durum bir süre sürdürülebilir. Ama artık yolun sonuna gelmiş vaziyetteyiz.
Alın mesela risk primine bakın. Zaten yüksek düzeydeydi, seçimden sonra daha da arttı. Artan risk nedeniyle, döviz cinsinden tefeci faizinden borçlanmak zorunda kalmıştık son birkaç yıl. O faiz düzeyini bile mumla arayabiliriz. Elbette bir de borç vermekte nazlanacaklar var. Kur üzerindeki baskı da ortada. Resmi (gösterge) dolar satış kuru 17 Mayıs gününü 19,77 düzeyinde tamamladı.
Döviz bürolarında dolar satış kuru ise akşam saatlerinde 20,45 civarındaydı.
Resmi enflasyon yüzde 44, İstanbul Ticaret Odası Ücretliler Geçinme Endeksi ile ölçülen enflasyon ise yüzde 64 düzeyinde. Bir de enflasyon başta olmak üzere açıklanan verilere olan güven kaybı var. Çalışanların önemli bir kısmı asgari ücret alıyor. Asgari ücret dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının dörtte biri düzeyinde. Ortalama emekli maaşı da bu düşük asgari ücrete yakın.
Politika faizi yüzde 8,5 iken, 32 gün vadeli mevduat faizi yüzde 30-35 aralığında. Faiz üzerindeki baskı nedeniyle normal koşullarda taş çatlasa 5 milyar dolar altın ithal ederken, 25 milyar dolara sıçrattık bu değeri. Bankalar üzerinde büyük baskı var. Cari işlemler açığı oldukça yükselmiş durumda. Merkez Bankası rezervlerinin durumu ise malum. Oldukça yüksek düzeylere çıkan bütçe açığını ve kamunun artan döviz cinsinden borçlarını da es geçmeyin. Elbette bir de kurumsal yapıdaki tahribat var.
Bu duruma nasıl düştük?
Küresel krizden sonra, gelişmiş ülkeler büyük ekonomik sorunlarla boğuşmaya başladılar. Peşi sıra genişlemeci ekonomi politikaları devreye girdi. Bu çerçevede, büyük merkez bankaları, ekonomilerini toparlayabilmek için bol miktarda para bastılar ve politika faizlerini sıfıra kadar indirdiler. Hatta bazıları sınırlı da olsa negatif politika faizine geçtiler. Ortaya bol miktarda para çıktı; para gidecek yer aradı.
2009’da döviz cinsinden borçlanmayı kolaylaştırmamız ve küresel kriz koşullarında anlaşılabilir olan o kararı 2018’e kadar geri almamamız nedeniyle, şirketler kesimi yüksek düzeyde döviz cinsinden borçlandı. Sonuçta şirketlerin döviz cinsinden yükümlülükleri ile döviz cinsinden varlıkları arasındaki fark çok açıldı. Bilançoları kur artışına karşı epey hassas hale geldi. Aynı dönemde yurtiçi kredi hacmi de patladı.
Düzeltici önlemler alınmadıkça, ‘kırılabiliyor’ böyle kırılgan ülkeler. 2017 sonlarına doğru Suriye sorunu ile 2018 bahar aylarında ekonomide karar alıcı mevkideki üst düzey bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın para politikası hakkında hem de Londra’da verdikleri demeçler piyasalarda gerginliği artırdı.
Asıl darbe, Trump’un Temmuz ve Ağustos 2018’de Türkiye’yi tehdit eden küstah tweetlerinden geldi. Döviz kuru birden sıçradı. Döviz borcu çok yüksek düzeyde olan sektörler çok olumsuz etkilendi. Özellikle de döviz geliri yaratma kapasitesi olmayan ya da bu kapasitesi çok az olan inşaat ve enerji sektörleri zor duruma düştüler. GSYH düştü. İşçi çıkarmalar başladı ve büyük bir istihdam kaybı yaşandı.
Özellikle yabancı bir ülkenin devlet başkanından gelen tweet mesajlarının böyle bir sonuca yol açması muhtemelen iktidarda şok etkisi yarattı. Türkiye’nin o dönemdeki temel kırılganlığının altında yatan ana nedenini –dış kaynak girişine muhtaç olmak (düşük tasarruf oranı) ve verimlilik düzeyi düşük bir üretim yapısı- çözmeye çalışmak yerine, bu sorunların bir tezahürü olan yabancı sermaye girişini azaltmaya yönelik adımlar atıldı. Böylelikle, olumsuz bir gelişmede bir çırpıda ülkeyi terk edecek döviz miktarının azaltılması sağlanmaya çalışıldı. Bu azalmanın döviz kurundaki olası sıçramaları engelleyeceği düşünüldüğünde, bir ölçüde anlaşılabilir bir tepkiydi bu. ‘Bir ölçüde’ çünkü temel sorun çözülmeden orada duruyordu.
Eylül 2021’e gelindiğinde ise Merkez Bankası durup dururken faiz düşürmeye başladı (Merkez Bankasından böyle istendi). Enflasyon hedefi yüzde 5, enflasyon ise yüzde 19 iken. Güya, cari işlemler açığının azaltılması hedefleniyordu. Değer kaybeden lira nedeniyle, yabancılara sattığımız mallar ve hizmetler ucuzlayacak ve ihracatımız patlayacaktı.
İhracat yerine döviz kuru ve enflasyon patladı. Müthiş bir tedirginlik oluştu ekonomi yönetiminde. Panik halinde peşi sıra alınan kararlar; faiz düşüşleri, kredi kontrolleri, dövize erişimde kısıtlamalar, kur korumalı mevduat… Alınan bir kararın olumsuz etkilerini gidermek için birkaç karar daha. Giderek artan olumsuzluklar. Daha fazla karar. Ve bugünkü sürdürülemez duruma geldik.
Durum, bu denli sürdürülemez değilken de önemli temel sorunlarımız vardı. Verimli olmayan bir üretim yapısı, ancak cari işlemler açığı vererek büyüyebilen bir ülke, hukuk sisteminde derin sorunlar, niteliği düşük bir eğitim sistemi, 25 yaş üzeri nüfusun orta ikiden terk düzeyde olması, büyük arazi rantı… Çoğaltılabilir ama gerek yok. Şimdi bir de bunların üzerine yukarıda durumun neden sürdürülemez olduğunu belirtirken saydığım sorunlar var.
Ekonomi politikasında değişiklik kaçınılmaz. Peki, Cumhur İttifakı seçimden önce bize belirttiğim sorunları çözmeyi vaat etti mi? 5 Ocak’ta Yetkin Report’ta yayınlanan yazımda, her iki ittifakın seçim sonrası olası ekonomi politikalarını ele almıştım.
İlk alternatif, sürdürülemez olan mevcut durumu sürdürmeye çalışmaktı. Geldiğimiz noktada, özellikle yüksek risk, yüksek bütçe açığı, yüksek enflasyon ve kura yüksek baskı bunun mümkün olmadığını gösteriyor. İnatla mevcudu sürdürmeye çalışmak kaçınılmaz bir kriz ve IMF’ye başvurmak zorunda kalmak anlamına gelir.
Bu yolun seçilmeyeceğini düşünüyorum (umut ediyorum). İki alternatif daha var.
İkinci alternatifi, sözünü ettiğim yazıdan sonra, ‘kısmi makule dönüş’ ya da ‘kısmi normalleşme’ olarak tanımladım. ‘Kısmi’ olmasının nedeni, yukarıda kısaca özetlediğim yapısal sorunlara el atılmadan, istikrarı sağlamaya ilişkin bazı kararların alınacağı bir senaryo olması. Mesela enflasyonla mücadele edileceği izlenimini yaratacak bir Merkez Bankası Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı atanması, Merkez Bankası’nın politika faizlerini biraz olsun yükseltmesi, bankacılık sektöründeki müthiş baskının azaltılması gibi.
Bu alternatifin karşılaşacağı temel sorun, elbette güvenilirlik sorunu. Belirttiğim makamlara benzer atamalar daha önce de yapıldı ama hem Merkez Bankası Başkanı hem de Hazine Bakanı kısa süre sonra görevden alındılar. Bir süre sonra bu sorunun aşılacağını kabul edelim. O zaman da temel sorunlara el atılmadığı için potansiyelinden oldukça uzak, yurtdışından sermaye girişlerinin miktarına ve kalitesine mahkum bir Türkiye göreceğiz. Enflasyon biraz düşecek, büyüme ve işsizlik oynak olacak.
Son alternatif ise, Türkiye’yi iyice kapatmak ve her türlü fiyat ve ücreti merkezden kontrol etmek. Bu çerçevede, sermaye hareketlerinin tümüyle yasaklanması, döviz cinsinden varlık tutulmasına (mesela döviz mevduatı) son verilmesi, şirketlere döviz tahsislerinin merkezden yapılması ve benzeri mekanizmalar gündeme gelebilir. 1970’lerde -yanlış hatırlamıyorsam Ticaret Bakanlığındaydı, ‘fiyat tespit komitesi’ vardı. Çoğu mal ve hizmetin fiyatını o komite belirliyordu. Benzeri bir oluşumu görebiliriz.
Bu üçüncü alternatif, iyi düşünülerek ve planlanarak hayata geçirilirse farklı, şimdiki gibi bugün bir karar, yarın o kararın sakıncalarını gidermek için üç karar, bir hafta sonra dokuz yeni karar şeklinde olursa farklı sonuçlar doğurur. İyi planlanırsa bir süre sürdürülebilir. Ama şimdi olduğu gibi “kervan yolda düzülür” biçiminde yapılırsa yine sürdürülebilir olmaz.
Son alternatifi elbette önermem. Kaldı ki, Cumhur İttifakının kuracağı hükümetin bu tür bir yola girme olasılığını da düşük görüyorum. İkinci turu Cumhur İttifakı adayı kazanırsa, çok muhtemelen ikinci senaryonun uygulandığını göreceğiz.
ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…
İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…
Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…
ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…