Ülkelerin iç ve dış politikalarını birbirinden ayrı değerlendirmek sağlıklı sonuçlar vermez. Türkiye gibi dünya jeopolitiğinde önemli yer tutan bir devletin iç politika alanında yaşadığı evreler hakkıyla anlaşılmadan bu evrelerin o ülkenin dış politikasını nasıl şekillendirdiği ve dolayısıyla dış politikasının dünyadaki stratejik değişiklikler üzerinde, eğer varsa, etkilerine dair doğru bir hüküm kurmak da mümkün olmaz. Bu görüşün yerinde olup olmadığı hakkında fikir verebilecek örnek olaylarda biri, doğal ömrünü XIX. yüzyılın sonlarında tamamlayan Osmanlı İmparatorluğun topraklarının bir kısmı üzerinde 1923’te kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti ve bu yeni devletin iç politikasında bugüne kadar yaşadığı evreler. Burada dikkat çeken bir nokta yeni Cumhuriyetin iç siyasetinde 100 yıldan bu yana inişli demokrasi denemeleriyle egemen olan siyasi hareketin, kısa ömürlü sol iktidarlar dışında, hemen tamamına sağ iktidarların egemen olması. Sağ iktidarların kendi içlerinde çeşitli tarihlerde geçirdiği evreler ülkenin dış politikasının genelde sağda seyretmesi sonucunu doğurdu. (*)
Böylece Türkiye Cumhuriyet’inin son yüz yılda iç politikasına kısmen hâkim olan sağ iktidarların dış politikası, Amerika, Batı Avrupa, Balkanlar, Karadeniz, Güney Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu, Körfez ve Kuzey Afrika, Arap dünyası ve Doğu Akdeniz bölgesindeki gelişmeleri etkiledi ve aynı zamanda bu geniş alanlardaki önemli siyasi ekonomik ve kültürel gelişmelerden, güvensizlik ve istikrarsızlıktan kendisi de geniş ölçüde etkilendi.
Çok partili hayata geçildikten sonra sağ parti iktidarları 2000’lere kadar (hatta AKP’nin ilk döneminde dahi) Cumhuriyet’in temel dış politika ilkelerine ve uygulamalarına büyük ölçüde sadık kaldı.
Burada Merkez Sağ’ın önemine vurgu yapmakta yarar var. Merkez Sağ eğilimli iktidarlar, muhafazakâr ve milliyetçi kesimlerin eğilimlerini de taşımakla birlikte, laik, Cumhuriyetçi ve modernist yapılarıyla Cumhuriyetin dış politikadaki temel hedef ve önceliklerinden sapmadılar. Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesi hareketine 1950’lerden itibaren katılma iradesi, 1970’lerde CHP’nin ve sol kesimlerin aksi yöndeki eğilimlerine rağmen, 2000’lerin ortasına kadar sağ olarak tanımlayacağımız partilerin öncülüğünde kalıcılık kazandı.
Yeni Türkiye Birinci Dünya Savaşı sonucunda yok olan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde, Anadolu ve Doğu Trakya topraklarında yaşayan halkın özgür oylarıyla seçilen TBMM iradesiyle, laiklik ve eşit vatandaşlık temelinde modern kurumlara sahip bir Cumhuriyet olarak, büyük fedakarlıklara mal olan bir bağımsızlık savaşı sonucunda 1923’te kuruldu.
Eski Türkiye ise, Anadolu, Balkanlar, Kafkaslar, Mezopotamya ve Kuzey Afrika’ya uzanan geniş topraklar üzerinde, yaşamını 600 yıldan fazla bir zaman dilimi içinde sürdüren, çok uluslu, çok dinli, çok mezhepli, çok dilli, şeriat temelli dindar çoğunluktan oluşan büyük bir İmparatorluktu. Bu İmparatorluk, gerisinde kaldığı modern çağların normlarını yakalayamadığı için 17’nci yüzyıldan itibaren önce iktisaden, sonra siyaseten ve nihayet askeri olarak zayıfladı. Sonra fiilen bağımsızlığını ve daha sonra da topraklarını kaybetti. Sonuçta istilaya uğrayarak tarih sahnesinden silindi.
Yeni Türkiye’nin 1920’lerdeki kurucu ilkeleri, esas itibarıyla 20’nci yüzyılın ilk yıllarındaki asgari çağdaş uygarlık anlayışını yansıtan toprak bütünlüğü, bağımsızlık ve egemenlik kavramlarını barındırıyordu. Laiklik ve kadın erkek eşitliği gibi kurulduğu dönemin ilerisinde yer alan bazı değerler ise, önce Cumhuriyetin daha ilk yıllarında kısmen yaşantımızda, ardından mevzuatımızda kurucu ilkeler arasında yerini aldı. Özellikle kadınlara siyasi haklar tanınmasında uygar dünyaya Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülük etmiş olması dünya tarihi bakımdan önem taşıyor.
Bu temel ilkelerin doğal gelişim evreleri olan, bir kısım modern bireysel hak ve özgürlükler yine Cumhuriyetin daha ilk yıllarından itibaren, kurucu ilkeler arasında tedricen yerlerini aldı. Yeni Türkiye, akıl, bilim ve rasyonaliteye dayalı çağdaş uygarlığın parçası olmayı hedeflediğinden, 20’nci yüzyıl boyunca sürekli gelişen ve geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren uygar dünyanın olmazsa olmaz koşulları haline gelen serbest seçimlere dayalı demokratik yönetimlerle yeni nesil siyasi hak ve özgürlük kavramlarını kucaklamaya da açıktı.
Ne var ki Eski Türkiye’nin toplumsal hayatımızda tüm canlılığı ile yaşayan ve kökleri tarihimizin derinliklere uzanan muhafazakar dindarlık gelenekleri, Yeni Türkiye’nin modern yapısını, başta eğitim olmak üzere gerçek hayatta, bilhassa son 20 yılda tepeden tırnağa değiştirdi. Türk toplumunun hatırı sayılır bölümünün akıl, bilim ve rasyonaliteyle irtibatını kopardı.
Laiklik, insan hakları ve siyasi özgürlükler gibi bireysel özgürlükler temelinde çoğulcu liberal demokrasi ilkeleri ve bu ilkelere dayalı yönetimler, İkinci Dünya savaşının bitiminden ve 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren çağdaş uygarlık düzeyinin sıradan kıstaslarını oluşturdular. Yeni Türkiye, uygarlığı yakalama ve onun üzerine çıkma hedefini, Mustafa Kemal Atatürk’ün açıkça gösterdiği net istikamete rağmen, çağdaş uygarlık anlayışını, geniş ölçüde 20’nci yüzyılın ilk yılları içindeki değerlerle sınırlı tuttu. Böylece ülkede yaşama geçirilebilen devrimler uzun yıllar 1920’lerdeki çağdaşlık anlayışıyla sınırlı kaldı.
Oysa uygar dünya 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren seküler demokrasi temelli toplum yapılarıyla, düşünce, ifade, basın ve araştırma özgürlüğü, bireysel haklar, insan hakları, azınlık hakları, bağımsız yargı, liberal demokrasi ve günümüzde de cinsel kimlik hakları gibi modern kavramları uygulamaya koyarak kendi entelektüel alt yapılarını eğitim, araştırma, bilim ve teknoloji alanlarındaki inanılmaz terakki hamleleriyle zenginleştirdi. Bu sayede bilim ve ileri teknolojiler ve ekonomik ve sosyal refaha erişimde büyük mesafeler kat etti.
Türk toplumu Cumhuriyet Anayasasında yer verdiği laikliğin önceliğinin önemini, yani laikliğin gerçek hayatta demokrasiden evvel geldiğini uzun yıllar tam olarak göremediği için temel hakları ülke çapında evrensel biçimde uygulayamadı. Dolayısıyla gerçek anlamda yaygın demokrasiyle yönetilen bir devlet olamadı.
Çünkü gerçek demokrasi ancak laikliğin her şeyin önünde geldiği bir yönetimde hayata geçirilebiliyor. Bu da ancak uhrevi alemle dünyevi alemin birbiriyle karıştırılmamasıyla mümkün oluyor. O zaman laik eğitim, temel hak ve özgürlükler, bağımsız yargı ve adalet gerçekleştirilemiyor. Ayrıca laik olmayan bir sistem reform da kabul etmiyor. Siyasal, sosyal, kültürel ve bilimsel alanlarda zamanın gerektirdiği ilerlemeler de, haliyle sağlanamıyor. Laikliğin, kavramsal düzlemde ve pratikte aşınması nedeniyle, Türkiye Atatürk’ten sonra, göreceli olarak uygar dünyanın terakki düzeyinin gerisinde seyretti. Ve 21’inci yüzyıla uygar dünyanın ardında girdi. Son 20 yılda ise bu geriye düşüş konsolide oldu.
Yakın tarihimize kısaca bir göz atacak olursak, zamanında Celal Bayar ve Adnan Menderes tarafından kurulan Demokrat Partinin 1950’lerden itibaren serbest seçimlerle iktidara gelmesiyle birlikte, eski Türkiye geleneğinin taşıyıcısı olan (Sünni/Hanefi ağırlıklı) dindar muhafazakar seçmen tabanının Türkiye siyaset sahnesinde kuruluşundan itibaren ciddi siyasi güç olarak yerini aldığını görüyoruz.
Bunda en temel nedenlerden birinin Tek Parti yönetiminin Cumhuriyet’in esaslarını ve devrimlerini uygularken toplumun yüzyıllar boyunca kimliğini ve yaşam tarzını oluşturan dinî yapıların etkisini ve derinliğini aşamamış ve hatta yok saymış olmasını da gözden uzak tutmamak gerekir.
Savaş yıllarının da yıkıcı etkisiyle, geniş kitleler 1950 geldiğinde artık Tek Parti CHP’sinin altını adeta boşaltmış, kayacak yeni bir siyasi mecra arar durumdaydılar. Bu kitlelerin, eğer 1950’de İsmet Paşa büyük bir feraset ve sağduyuyla serbest seçimlere dayalı demokrasiye geçişe adeta önderlik etmeseydi ve Cumhuriyet’in ana damarından gelen kadroların kurduğu DP olmasaydı, hangi sosyal ve siyasal çalkantılara yönelebileceğini kestirmek mümkün değil.
Ancak, başta Mısır’da ve Orta Doğu’nun genelinde baş gösteren olaylardan ve Sovyetlerin kendi çevresindeki az gelişmiş ülkelerdeki etkilerinden, Türkiye’nin kendisini demokrasiye geçmemiş olsaydı ne ölçüde koruyabileceği de tartışmaya açık bir konu. Dolayısıyla, DP’yi kuranlar -ki hepsi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının mensupları ve Atatürk’e yakın devlet insanlarıydı – bu olguyu görerek ekonomide liberal, sosyal politikalarında da CHP’den daha özgürlükçü ve göreceli muhafazakâr bir eğilimi benimsedi.
Eski Türkiye’den devralınan bu geleneksel muhafazakar kitle, toplumumuzun, ümmet kavramını önceleyen hatırı sayılır bir bölümünün yanı sıra, bünyesinde aynı zamanda Kuvva-i Milliye geleneğini sürdüren güçlü bir Türk milliyetçiliği damarı da içermekteydi. Kısmen bu nedenle Türk – İslam sentezi adı verilen ve kökleri İttihat ve Terakki Hareketine kadar uzanan etkili bir siyasi hareket, laiklikten temel tavizler vermeden Alpaslan Türkeş’in liderliğinde 1970’li yılların sonuna kadar Türk siyaset sahnesinde etkisini hissettirdi.
Bununla birlikte, 60’ların ikinci yarısından itibaren Süleyman Demirel’in AP’nin modernist, sanayileşmeci, Avrupa bütünleşmesi yanlısı ve büyük kitlelerce benimsenen ve 12 Eylül sonrasında da Turgut Özal’ın reformist, dünya ekonomisiyle bütünleşmeyi hedefleyen siyaseti sayesinde bu eğilimlerin etkisi göreceli olarak daha düşük kaldı.
Ancak Türk-İslam Sentezi eğiliminin, 70’lerdeki sol siyasetin yükselişine karşı, 1980’lerde dünyada soğuk savaşın Sovyetlerin Afganistan işgali sonrasında tutunduğu ideolojik dal devlet içindeki ağırlığını arttırdı. Özal sonrasında da, geleneksel siyasi yapılarına dönerek siyasetin ana merkezine doğru gücünü arttırdı.
Bu eğilim, 1990’lardan itibaren Cumhuriyet’in öngördüğü laiklik anlayışından uzaklaşarak, daha cüretkar duruşlara ve nihayetinde ümmetçiliğe doğru evrildi. Bu olgunun altında yatan belirleyici gelişme ise, Demirel ve Özal sonrasında merkez sağın erimesi ve nihayetinde siyasetin merkezinden kaybolması oldu.
Ancak eski Türkiye’den Cumhuriyet dönemine intikal eden ve laik siyasi partilerin nüfuz edemediği dindar muhafazakâr vatandaşlarımız, o tarihten itibaren çeşitli adlar ve tanımlamalar altında sağ siyasetin büyük bölümünü içine çekmek suretiyle tedricen güçlenerek, demokratik yollardan iktidara geldi. Türk siyaset hayatında bugüne kadar etkili bir değişim faktörü olarak varlığını korudu.
Böylece modern Türkiye Cumhuriyetine karşı demokratik düzeyde ilk ciddi tehdit, laik Türk İslam sentezi dışında kalan ve ümmet kavramına dayalı Siyasal İslam düşüncesini temsil eden Necmettin Erbakan tarafından (26 Ocak 1970’te kurulan ve 20 Mayıs 1971’kapanan) Milli Nizam Partisiyle başladı. Bilahare Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi adları altında yine Necmettin Erbakan liderliğinde siyasi hayatına Milli Görüş temelinde devam etti.
Bu hareket kendi içinden Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisini doğurdu. AKP 2002 yılında iktidara geldi. Bu iktidarını halen de güçlü şekilde sürdürmekte.
Milli Görüş düşüncesi, Türk İslam sentezi adı verilen muhafazakar anlayıştan farklı olarak Adil Düzen sloganıyla, laikliği ve Cumhuriyetin kurucu ilkelerini tartışmaya açan bir siyasi çizgi izledi. Milli sınırların ötesine geçen küresel siyasi İslam hareketini kucakladı.
AKP kurulduğu tarihten itibaren ilk on yılı içinde, kısmen laiklik de dahil Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerine yakın durdu. Ancak 2010’lardan itibaren tekrar Millî Görüş hareketine yakınlaştı.
Siyasi İslamın Orta Doğu Arap dünyasında ve Güney Doğu Asya’da kısmen yaygın olan Müslüman Kardeşler hareketinin liderliğini düşledi. Bu hareket Arap Baharının başarısızlıklarına koşut olarak 2010’ların sonuna doğru Orta Doğu’da ve Güney Doğu Asya’da tedricen sönümlendi ve etkisizleşti.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sında halen ilk dört maddenin değişmezliği ilkesi geçerliliğini sürdürüyor. Ancak toplumun hatırı sayılır bir bölümü yaşantısını Anayasanın öngördüğü laiklik temelinde değil, fiilen muhafazakâr dindarlık temelindeki AKP yapılanması içinde kendine dönük ümmetçi çeşitli tarikatların etkisinde yaşamakta.
2023 seçimlerinden sonra TBMM’de çoğunluğu elinde bulunduran AKP’nin önümüzdeki dönemde demokratik yoldan Türkiye’yi daha ileri bir muhafazakâr yapıya, hatta ümmetçi bir eğilime sürükleyeceğine yönelik endişeler toplumun önemli bir kesiminde seslendirilmekte. Bu endişelerin yaygınlaşmasında hiç şüphesiz, toplumun geniş kesimlerine güven veren akılcı, çözüm üreten, modern, toplumla bütünleşmiş, etkili ve inandırıcı bir muhalefetin henüz oluşmamış olmasının ve özellikle de 2023 seçimlerindeki hüsranın da katkısı büyük.
Bununla birlikte, üç kıtanın kesiştiği stratejik kırılma noktasında 85 milyon nüfuslu dinamik bir toplumun laik bir demokratik yönetimden ümmetçi bir yapılanmaya dönüşmesinin dünya dengelerini ne denli değiştireceği izah gerektirmeyecek derecede ciddi önem taşıyacağı açık.
Toplumsal değişiklikler büyük şehirlerden başlar. Türkiye’de nüfusumuzun büyük çoğunluğu kentlerde yaşıyor. Bu çoğunluğun yaşamı bugün birçok bakımlardan Avrupa kentlerindeki halkın gündelik hayatıyla iç içe geçmiş halde. Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emanet ettiği ve akıl, bilim ve rasyonaliteyle barışık genç nesiller yüksek öğrenimlerini kentlerimizdeki üniversitelerimizde gerçekleştiriyor. Dönem dönem Türk ekonomisini şahlandıran genç işadamları ve devlet büroksasisi çoğunlukla şehirlerde ikamet etmekte.
Şayet sanayileşmiş yeni metropoliten toplumumuz iktisaden ve kültürel olarak ilerlemeye devam ederse, temel haklarda birçok eksikliğimizin zaman içinde doğal yollarla kendiliğinden tashih edilmesi ve halkımızla Batı arasındaki yaşam tarzlarında çok daha uyum ve benzerlik doğması imkân dahiline girebilir.
Ancak metropoliten kültürümüzün Batılı tarzda ileri demokrasi seçeneği anlamında gelişmesini engelleme potansiyeli olan ve son 20 yıl içinde ciddiyet kazanan iki kilit gelişme için iyimser olmamızı zorlaştırıyor.
Bu gelişmelerin birincisi tarikat ve cemaatlerin kentlerimizde bugün kazandığı kültürel ve siyasi nüfuz; ikincisi ise, şu anda kentlerimize yayılan ve takribi sayıları 15 milyonu bulduğu öne sürülen mülteciler sorunu. (**)
Her ikisi de Türk toplumunun Batılı tarzda ileri demokrasi seçeneğini baskılayan sorunlar. Bu seçenek, söz konusu iki sorun ve benzeri nedenlerle yok olursa, Türkiye’nin akıl, bilim ve rasyonaliteden tamamen uzaklaşması ve bu fay kırılmasının tüm dünyada tetikleyeceği devasa depremin muhtemel yıkımının kendi kendine gerçekleşen bir kehanet olarak insanlığın karşısında belirmesi kaçınılmaz.
Bu felaket senaryosunun kuvveden fiile çıkmasını önleyecek yegâne yol, halen bilim, sanat, kültür ve spora kadar yaşamın tüm alanlarında 21’inci yüzyıl dünyasında en üst düzeylere çıkmış olan Türk gençlerinin Batı tarzı çağdaş demokrasiye sahip çıkmasında bulunabilir.
Bu sadece kişisel bir dilek değil, esasen Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabının bugünlere uzanan çağrısıdır.
(*) Kısa dönemlerde de olsa CHP, SHP ve emek yanlısı öteki sol partilerin geçirdiği evreler ve değerli liderlerinin cumhuriyet döneminde oynadığı roller bu yazının menziline girmemektedir.
(**) Tarikat ve cemaatlerin Müslüman toplumlarda İslam’ın anlaşılmasına hizmet edip etmediği; ve ayrıca herhangi bir liberal toplumda mülteci nüfusun belli bir oranı aşması halinde bu durumun o ülkede etnik ırkçılığı paradoksal olarak teşvik edip etmediği tartışmalı konulardır.
ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…
İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…
Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…
ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…