Siyaset

Erdoğan 50+1 ile yeniden seçilmeyi mi yoksa MHP ve HDP’yi mi kastediyor?

“Erdoğan’ın dile getirdiği 50+1 ve “küçük parti – büyük güç ve etki” meselesi; sadece küçük partilere mahsus değildir, seçim sisteminin küçük büyük bütün siyasi partilere, suni yöntemlerle, hak ettiklerinden çok fazla güç veren temsil adaletsizliği meselesidir. Bu mesele devlet yönetiminde ve ekonomide istikrarın giderek bozulmasının da temelinde yatan kök sebeptir.” 

Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilme şartını yüzde 50+1’den yüzde 40+1’e indirmeyi ve tek turlu olmasını önermesi, 12 Eylül’de Ulucanlar müzesinde başlattığı yeni ve sivil anayasa söylemlerindeki ana amacının 2028’de yeniden ve kolayca seçilme arzusu olduğunu biraz daha netleştiriyor. Toplam görev süresi 2023’te dolmasına rağmen en fazla iki dönem yasağını Anayasa’ya aykırı bir yorumla aşarak 3’üncü kez cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın bu makamda kalmaya devam etmek istemesi ve bu amaçla 2028 seçimlerinde kendi lehine bir istisnayı son aşamada gündeme getirmesi sürpriz olmaz.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; cumhurbaşkanı seçilmek için yüzde 50+1 şartı; bütün denge unsurları ve sigortaları bypass edilmiş devlet yönetim sistemimizin tek ve son sigortasıdır. Başta AK Parti’nin koalisyon ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ve diğer siyasi parti başkanlarının yüzde 50+1 şartına sahip çıkmaları doğru ve yerindedir.

Fakat ifade etmek gerekir ki hem iktidarın hem de muhalefetin koalisyon ortağı küçük partilerin hak ettiğinden fazla güç kazanmasına neden olan cumhurbaşkanını yüzde 50+1 oy ile seçme şartının devlet sistemimizin tek sigortası olması doğru değildir.

Yüzde 50+1 ve iki tur doğal matematiksel bir zorunluluktur

Yüzde 50+1, tek kişinin cumhurbaşkanı seçilmesinde doğal bir zorunluluktur. Zira iki adayın yarıştığı seçimi kazanmanın matematiksel şartı bir adayın, toplam oyların Yüzde 50+1’ini almasıdır. İkiden fazla adayın yarışması halinde adaylardan birisi tek başına yüzde 50+1 oy almadığı sürece diğer adayların toplam oyu yüzde 50+1 veya fazlasıdır. Bu matematiksel gerçeklik dolayısı ile adayların yüzde 50+1 oy alacak şekilde koalisyon yapmaları doğaldır. Hukuksal düzenlemelerle siyasi partilerin veya adayların bunu yapmalarını önlemek mümkün değildir.

“Yüzde 40’tan fazla olmak kaydıyla birinci turda en çok oy alan aday seçilir” denilse bile durum değişmez; koalisyonlar ortaya çıkar. Seçimleri tek turlu yapmak sadece koalisyonları seçimden önce yapmaya zorlar, fakat koalisyon oluşmasını önleyemez. Birinci turda, yüzde 40 gibi en az oy şartı sağlanamadığı takdirde ikinci bir tur seçim yapılması zorunlu olur. Kaldı ki, birinci turda birden çok aday ortaya çıkararak adayların seçilme yeteneklerini ortaya koyması sebebiyle iki turlu seçim tek turludan daha evladır. Koalisyonları yasaklamak da çare değildir; pazarlıkları kapalı kapılar ardında, gizli saklı yapmaya zorlamaktan başka bir işe yaramaz.

Esas mesele: yönetimde denge ve istikrarın bozulmasıdır

Parlamenter sistemde 1980 öncesinde kötü örneklerini çok yaşamış olduğumuz koalisyonlarda ortaya çıkan, başbakanın belirlenmesi, hükümetin güvenoyu alması ve düşürülmesi sorunlarını yüzde 50+1 şartına bağlı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile çözmeye çalışmanın Türkiye’ye maliyeti yönetimde ve ekonomide istikrarı daha da bozmak olmuştur.

Burada özellikle belirtmek gerekir ki; yönetimde istikrar yargı, yasama, yürütme ve bürokrasi dahil devlet yönetiminde istikrar yani devletin yönetim işlevlerinin tutarlı, aksamasız ve öngörülebilir şekilde sürdürülmesi demektir. Yönetimde istikrar, yürütmeyi temsil eden kimselerin değiştirilemez olması değil; gerekli olduğunda değiştirilebilir, gerekmediği zaman değiştirilemez olması demektir.

Bütün devlet yetkileri tek kişilik yürütme, sonraki seçimden önce değiştirilmesi imkânsız cumhurbaşkanında toplamak, cumhurbaşkanını, zaruri olduğunda bile değiştirilemez, dengelenemez ve hesap sorulamaz hale getirmek, Erdoğan’ın damadını ekonominin başına getirmesi tecrübesinde olduğu gibi yeni bir tür istikrarsızlık ortaya çıkarmıştır.

Partilere temsilleriyle orantısız güç verme meselesi

Erdoğan’ın dile getirdiği “küçük parti – büyük güç ve etki” meselesi; sadece küçük partilere mahsus değildir, seçim sisteminin küçük büyük bütün siyasi partilere, suni yöntemlerle, hak ettiklerinden çok fazla güç veren temsil adaletsizliği meselesidir. Bu mesele devlet yönetiminde ve ekonomide istikrarın giderek bozulmasının da temelinde yatan kök sebeptir.

Küçük bir parti iktidar ortağı ya da siyasi yelpazede kilit rol oynadığında daha kolay görülen bu sorunu bir çok yazar sadece koalisyon ortağı MHP bağlamında düşünmekte ve eleştirmektedir. Oysa aynı durum sadece MHP’ye değil, benzer oy oranına sahip hem İYİ Parti’ye hem de HDP’ye iktidar kilidi haline gelme avantajı sağlamaktadır.

Meclisteki temsil adaletsizliği sadece küçük partilere değil büyük partilere de hak ettiklerinden fazla güç, en fazla oy alana ise tek başına iktidar gücü vermektedir. Anti-demokratik ve oligarşik siyasi partiler yasası, seçim barajlarının çok yüksek tutulması, her idari birimin bir seçim bölgesi yapılması, seçim bölgelerinin ülke genelinde optimal ve homojen olmaması, artık oyların değerlendirilmiyor olması ve benzeri bir çok sebep temsil adaletsizliğini besleyip büyütmektedir. Sonuçta siyasi partilerin tamamı gerçekte olduklarından çok daha fazla güce sahip olmaktadır.

Kutuplaşmanın demokratikleşmeyi engellemesi

Büyük siyasi partilerin de temsil ettikleri kesimin toplumda sahip olduğu ağırlıktan daha fazla güce sahip olmaları ve devlet yönetimini bir uçtan bir uca savuran politikalar izlemeleri ülkemiz için yararlı değil; zararlıdır. Ancak milliyetçi veya kimlikçi küçük siyasi partilerin diğer bir partiye eklemlenerek mecliste çoğunluk kilidi haline gelerek iç ve dış siyasette bu kadar etkili ve belirleyici olmaları ülkeye büyük partilerdekinden daha çok zarar verici mahiyettedir. Karşıt uçlardaki küçük partilerin hak etmeden eriştikleri etkinlikleri ve faaliyetleri Türkiye’nin demokratik gelişimini de ciddi şekilde kısıtlamaktadır.

Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmekle sonuçlanan tarihi gelişmeleri irdelemek sorunun kök sebebinin temsil adaletsizliği olduğunu ortaya koymaktadır.

Suni çoğunluk oluşturma tarihimiz

Türkiye 1946’da çok partili fakat kazananın her şeye hâkim olduğu çoğunlukçu sisteme, 1960 kırılmasından sonra, 1961 anayasası ile Anayasa Mahkemesi ve yargı bağımsızlığı kurumlarını getirerek çok partili ve çoğulcu bir sisteme geçti. 1980 öncesindeki istikrarsız koalisyonlar dönemi sonrasında yüzde 30-35 oranında oy alan partiye mecliste suni çoğunluk tanıma – yani yarı çoğunlukçu- bir sisteme geçildi. Yürütmenin istikrarı için temsilde adaletten ödün vermenin getirdiği sakıncaları gidermek için ise vesayete başvuruldu. Fakat cumhurbaşkanını halkın seçmesi sayesinde mecliste hâkim olan siyasi parti, en başında bu yapıyı dengeleyen unsuru da ele geçirmiş oldu. Başlangıçta aynı partiden cumhurbaşkanı ve başbakanın bölüştüğü devlet gücü cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde tek bir kişiye teslim edildi. Böylece aynı siyasi parti içindeki kontrol ve denge unsuru da kaybedildi.

Denge ve istikrarın temeli: temsil adaletidir

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde yürütmeyi kazanan partinin tek başına veya koalisyon yoluyla mecliste çoğunluk oluşturması meclisin denetim ve dengeleme işlevini ortadan kaldırmaktadır.

Temsil adaletsizliğinin ortaya çıkardığı gelişmeler sonucunda meclis denge ve denetleme işlevini hepten kaybetti. Küçük bir şirkette bile genel kurul yöneticileri denetler, hesap sorar ve gerektiğinde değiştirir iken meclis cumhurbaşkanını, atadığı bakanları ve üst düzey bürokratları denetleyemiyor, hesap da soramıyor. Tersine meclis adeta iktidarın matbaası haline geldi; onlarca torba yasa yeterince tartışılmadan jet hızıyla yasalaştırılıyor. Adeta, 1960 öncesinde çok acısını çektiğimiz – kazananın devletin her gücüne ve kurumuna hâkim olduğu – çoğunlukçu sistemi yeniden ve fiilî olarak yaşıyoruz.

Devlet yönetiminde denge ve istikrar, küçük partilerin orantısız güç kazanmasını ve kilit rol oynamasını önlemek temsil adaletinin sağlanması ile mümkün olabilir. Küçük ya da büyük bütün partilere hem yasamada hem de yürütmede oylarıyla orantılı temsil gücü vererek temsil adaletini sağlayan, aynı zamanda yönetimde istikrarı sağlayan bir sistem tasarlanması oldukça zordur. Meselenin çözümüne halkın kendi kendini yönetmesi ilkesine ve bu ilkeyi gerçekleştirmek için gereken doğal şartlara riayet ederek yaklaşmak şarttır.

Parçalı ama temsilde güçlü meclis aritmetiği

En başta yasamada temsil adaletini tesis etmek, yüzde 35 oy alan partiye mecliste yüzde 60 sandalye kazandıran suni çoğunluk oluşturma alışkanlığını terk etmek, seçim barajlarını marjinallerin de temsilini sağlayacak şekilde minimum seviyeye indirmek ve artık oyları daha iyi değerlendirmek gerekir. İlaveten yasamanın kendi içinde, yasama ile yürütme arasında, siyasi partilerde dengeleri güçlendiren ileri bir sistem kurmak; muhalif düşüncenin politika, icraat ve düzenlemelere sağlıklı ve yapıcı olarak yansımasını sağlamak gerekir.

Mevcuttaki 2 büyük, 3 orta büyük ve 4 küçük siyasi parti, aldıkları oy oranında mecliste temsil edilmiş olsalardı, meclis aritmetiği, parçalı ve çeşitli fakat daha dengeli, istikrarlı, dengeli ve sağlıklı oluşurdu.

Temsil adaletini sağlayan parçalı ve çeşitli meclis aritmetiğinde cumhurbaşkanı tek bir parti ile kalıcı koalisyon oluşturamayacak; en az üç partiyi kapsayan ve değişik kombinasyonlarla koalisyonlar kurabilecektir. Bu durumda iki parti koalisyonunda ortaya çıkan kemikleşme önlenecek, cumhurbaşkanı proje bazında bile koalisyon kurabilecektir. Bu halde ne tek bir küçük siyasi parti iktidarı rehin alabilecek ne de cumhurbaşkanlığı seçimindeki ittifaklar meclisteki temsil adaletini bozabilecektir. Sonuçta “küçük parti – büyük güç” sorunu da kendiliğinden çözülmüş olacaktır.

Bağımsız yargı: dengenin ve istikrarın koruyucusudur

Cumhurbaşkanlığı sisteminde yargı, adeta yürütmenin bir uzantısı haline geldi. İktidardaki ana parti ile ortağı küçük partinin siyasi saiklerle tanzim ettiği yargı en temel niteliği bağımsızlığını ve dolayısıyla tarafsızlığını kaybetti ve siyasallaştı. Zaten makul sürede adil yargılama yeteneği olmayan yargı mercileri önceden soruşturama izini verilmediği sürece cumhurbaşkanını, bakanları ve bürokratları işledikleri suçlardan dolayı özgürce yargılayamıyor. Yargı ne vatandaşa ne bürokrata ne muhalefete ne yatırımcıya güven veriyor ne de hukukun üstünlüğünü gerçekleştirebiliyor.

Siyasetçi izin vermedikçe hukuken veya fiilen dokunulamayan suçtan ve cezadan bağışık olan, buna karşın masum olduğu halde yargı önüne çıkarılarak adeta süründürülen, kaderi siyasetçinin iki dudağı arasında olan bürokrasi yolsuz siyasetçilerin suç ortağı olmaya zorlanıyor. Sonuçta bürokrasi devletin temeli ve yönetimde istikrarın güvencesi olma işlevini kaybetti. Nitekim geniş bir kesim, cumhurbaşkanlığı sisteminde bürokrasinin en tepeden işaret gelmeden bir karar veya doğru olan kararı verme cesaretini ve yeteneğini kaybettiğinden şikâyet etmekte.

50+1 meselesinden Anayasa’ya

Yeni anayasa ve cumhurbaşkanlığı seçimini kolaylaştırma tartışmaları arasında zaten bazı kararlarına uyulmayan Anayasa mahkemesini hepten kaldırmanın ya da yetkilerini kısıtlamanın tartışmaya açılması manidardır.

Anayasa Mahkemesi zaten oldukça siyasallaştırılmıştır. Siyaset, ülkemizi 1960 öncesindeki çalkantılara düşmekten koruyan, üyelerine en yüksek hâkim teminatına sahip en bağımsız yargı kurumu Anayasa Mahkemesini türlü yöntemlerle ele geçirmeye ya da kontrol altına almaya çalışmakta. Mahkemenin üyeleri kapalı kapılar ardında, kamuoyunun hiç bilmediği ve öğrenemeyeceği bir çok siyasi ilişki ve anlaşmalar çerçevesinde belirlenmekte, yasalarda öngörülen şartlar bypass edilerek gerekçesiz gizli oylarla aday gösterilmekte ve seçilmektedir.

Bir kısım üyelerin temel hukuk kurallarını bile uygulamayacak derecede siyasallaşması, çelişkili içtihatları ve benzer sebepler mahkemeye güveni eritmekte; kararlarına uyulmayarak yargısal bir anarşi doğmasına neden olacak niteliktedir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyelerinin, Anayasanın 153. Maddesinin açık hükmüne aykırı olarak üyelerinin tamamı AK Parti iktidarında atanmış olan Anayasa Mahkemesinin Can Atalay hakkındaki kararına uymaması böyle bir tepkinin yansıması olarak da değerlendirilebilir.

Anayasa Mahkemesi tartışması

Nitekim MHP Genel Başkanı Bahçeli de, Can Atalay kararı üzerine Anayasa Mahkemesini HDP ile ilgili olarak almış olduğu hazine yardımını serbest bırakmasını ve görülmekte olan kapatma davasında karar vermeyi ertelemesini de dahil ederek eleştirmiştir. Bahçeli; mahkemenin üyelerini tarafsız olmamak, siyasi saiklerle keyfi hareket ederek temel yasaları uygulamamakla eleştirmektedir.

Orta Asya’daki Türk devletlerinde, Selçuklularda ve Osmanlı’da yargıçların yöneticilere hesap sorması Türk töresinin gereğidir. Anayasa mahkemesi niteliğinde bir mahkeme kurma fikri ülkemizde daha cumhuriyet kurulmadan önce tartışılmıştır. İnsanlığın acı tecrübeleri sonucunda gelişen anayasa mahkemesi kurumu Türkiye’de 1961 anayasası ile hayata geçirilmiştir. Türkiye’nin 1960 öncesinde çoğunlukçu siyasette çözemediği sorunları Anayasa Mahkemesi, temel hukuk ilkeleri zemininde çözmüştür. Anayasa Mahkemesi; Enis Berberoğlu ve Haluk Gergerlioğlu olaylarında verdiği kararlarla siyasi saikle kaldırılan kürsü dokunulmazlığını iktidara karşı Anayasaya dayanarak güvence altına almıştır.

Anayasa Mahkemesinin olmadığı veya işlevini yerine getiremediği durumda Türkiye 1960 öncesine gidecek, ülkenin cumhuriyet, demokrasi ve hukuk devleti niteliklerini korumak bile hukuken de mümkün olmayacaktır.

Türkiye’nin menfaatleri Anayasa mahkemesini kaldırmayı veya yetkilerini daraltmayı değil, güçlendirmeyi, yetkilerini artırmayı, kanun normlarının ve uygulamanın Anayasa’ya uyarlık denetiminde tek adres haline getirmeyi gerektirir.

Şahsi siyasi menfaat ülke yararından önde

Maalesef, siyaseti kural tanımaz bir güç ve menfaat oyunu haline getiren, dokunulmazlıkları ve meclisi suçlarının cezalarından koruyan bir kalkan ve sığınak olarak göre çoğunluk siyasetçilerimiz ülkenin sorunlarına çözüm bulmak değil devleti kendi çıkarlarına göre düzenlemek saiki ile hareket ediyorlar. Köklü çözümler 2001 krizinde finans kesiminin güçlendirilmesinde olduğu gibi uluslararası finans kurumlarının şart koşması ya da AB ile ilişkilerin zorlaması ile ortaya çıkmaktadır. Siyasetçilerin menfaatleri söz konusu olduğunda aceleyle yapılan yarım-akıl düzenlemeler ülke sorunlarını çözmekte yetersiz kalıyor, başka sorunlar ortaya çıkarıyor. Siyasetçilerin menfaati olmadığında ise ülke sorunları çözümsüz bırakılıyor.

Erdoğan’ın yeniden seçilebilme saikiyle temsil adaletsizliği yerine sadece küçük partiler bağlamında orantısız büyük etki sorununu gündeme getirmesi bunun bariz bir örneğidir. Oysa ülkenin esas sorun sadece küçük partiler değil bütün siyasi partilere temsil güçlerinden çok daha fazla güç veriliyor olması, yani temsil adaletsizliğidir.

Erdoğan’ın yeniden seçilmesi kabul edildiği takdirde temsil adaletini bozan bu ciddi soruna küçük partiler bağlamında kısmî ve isabetsiz bir çözüm bulunacaktır. Erdoğan’ın yeniden seçilmesi kabul edilmediği takdirde ise mesele tümden çözümsüz kalacak; yönetimde ve ekonomide istikrarsızlık sürdürülecektir. Nitekim Erdoğan’ın yeniden seçilmesine karşı çıkan diğer siyasi parti liderleri bu ciddi sorunu tartışmaya bile yanaşmıyorlar. Siyasetin bu ülke sorununu tartışmıyor, karşı görüş veya öneri geliştirmiyor ve sonuçta bu önemli sorununun düşünce bazında bile çözümsüz kalıyor olması Türkiye’nin acı bir gerçeğidir.

Yüzde 40+1 ve AYM açılış teklifleridir

Dolayısıyla matematiksel yüzde 50+1 şartını giderme yeteneği olmayan, ülkenin temsil adaletsizliği sorununu göz ardı eden yüzde 40+1 önerisini Erdoğan’ın yeni anayasa pazarlıkları başlatma çabası olarak değerlendirmek gerekir.

Siyasi, ticari veya kişisel ilişkilerde ne masaya konulan ilk teklif ne de buna verilen ilk cevap nihaidir. İlk teklifi yapan tarafın ilk amacı karşı tarafı pazarlık masasına çekmektir. Taraflar, ilk tekliflerinden ödün vererek birbirlerine yaklaşırlar ve anlaşırlar.

Dolayısıyla Mart 2024’teki yerel seçimlerden Erdoğan’ın görevinin sona ereceği Mayıs 2028’e kadar geçecek 4 yıl 1 ay süre içinde bu konularda bir çok öneri gündeme gelecek, gelişmeler yaşanacak ve tartışmalar olacaktır.

Bu süreçte kanaat önderlerinin kamuoyunu bilgilendirmesi, gerçekçi ve yaratıcı önerilerle siyasetçileri ülkenin gerçek sorunlarına kalıcı çözümler bulmaya yönlendirmelidir.

 

Mehmet Gün

Avukat, İSTA, Daha İyi Yargı Dernekleri Başkanı, TÜRKONFED Başkan Yardımcısı

Recent Posts

Erdoğan’dan beri 5’inci ABD Başkanı: Türkiye için ne fark edecek?

ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…

6 saat ago

Devlet aklı buraya kadar: Ahmet Türk’e de kayyum. Sırada İmamoğlu mu?

İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…

1 gün ago

CHP yürüyüş hızını keserse Adalet Yürüyüşünün tekrarı olur

Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…

2 gün ago

ABD İsrail savunması için İran’a karşı Orta Doğu’ya B-52’leri gönderdi

ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…

2 gün ago

Erdoğan’dan İmamoğlu ve Özel’e 1’er milyonluk tazminat davası

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…

3 gün ago

Avrupa Komisyonu Türkiye raporu: “Toprağı bol olsun”

Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…

3 gün ago