Uluslararası Adalet Divanı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin “İsrail’in Gazze’de soykırım yaptığı” başvurusu üzerine kararını bugün, 26 Oca’ta vereceği açıklandı. Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’ysa İsrail’in Gazze’de soykırım yaptığı suçlamasıyla Uluslararası Adalet Divanında yargılanmasına Güney Afrika yerine Türkiye’nin öncülük etmiş olabileceğini ancak bu konuda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la görüşme girişimlerine yanıt alamadığını söyledi. Davutoğlu, öncülük ettiği Gazze için “Küresel Vicdan Bildirisinin” 27 Ocak’ta İngiltere, Londra’da düzenleyeceği ilk konferansının da Türkiye’de düzenlenmesinin mümkün olduğunu ama girişimlerine hükümet nezdinde yanıt alamadığını vurguladı. İslam İşbirliği Teşkilatının da bu “acziyetten” sorumlu tutan Davutoğlu, Türkiye’nin bir yandan İsrail’e karşı sert söylem kullanıp diğer yandan yüz milyonlarca dolarlık ticareti sürdürmesinin Filistinliler nezdindeki itibarına darbe vurduğunu öne sürdü.
Davutoğlu AK Parti hükümetlerinde Başbakan ve Dışişleri Bakanlığı dönemindeki Suriye siyasetinin yol açtığı göçmen ve güvenlik sorunlarının kendisine fatura edilmesine de karşı çıkan Davutoğlu, dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Güvenlik kurumunun yetkilerinin de kendisindeymiş gibi gösterilmesini Başbakanlıktan ayrılması sonrasında Pelikan Grubunun yaptığı türden algı operasyonlarına bağladı. Buna örnek olarak da Erdoğan’a ait olan, Şam’da, “Emevi camiinde namaz kılma” sözünün kendisine aitmiş gibi gösterilmesini verdi.
Davutoğlu ile 27 Ocak’taki Gazze için Küresel Vicdan Konferansına katılmak için Londra’ya hareketinden önce, Gelecek Partisi Genel Merkezinde konuştuk. Mülakatın tamamı aşağıda.
– Gazze Konusunda uluslararası bir girişimi siz başlattınız. Küresel Vicdan Bildirisine imza atmış aydınlarla 27 Ocak’ta Londra’da buluşacaksınız. Bu girşimi arkaplanı ve hedefleri konusunda bilgi verir misiniz?
– Her şeyden önce şunu ifade etmek isterim ki bugün dünyanın gözü önünde canlı olarak yayınlanan bir soykırım yaşanmaktadır. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı saldırıyı bahane eden çevreler bu soykırımı meşrulaştırma çabası içindeler. Hiçbir şey boşlukta gelişmez. BM’in 1948’de aldığı Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme kararı 75 yıldır hayata geçirilemedi. 1967’da İsrail’in işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesini öngören 242 sayılı BMGK kararı da 57 yıldır uygulanmadı ve bir halk sürgünlere, katliamlara maruz bırakıldı. Üç gelişme olayları tırmandıran bir sonuç doğurdu: İşgal güçleri Mescid-i Aksa’yı aylarca çizmeleri ve polis köpekleriyle çiğnedi; Arap ülkeleri ve Türkiye Filistin halkının haklarını göz ardı ederek İsrail ile normalleşme süreci içine girdi ve (İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 21 Eylül 2023’te BM Genel Kurulunda Filistin’i yok sayan bir harita göstermesine rağmen dünyadan hiçbir ses çıkmadı. Filistin halkının bu şartlarda kendi kaderine sahip çıkarak direnmesi en doğal hakkıdır. Gazze 3.5 ayı aşkın bir süredir tarihin görmediği barbarca bir abluka ve her türlü silahın kullanıldığı soykırım ölçeğinde bir saldırıyla karşı karşıya. Bu soykırım başta İsrail’e destek için donanma gönderen ABD ve İngiltere olmak üzere büyük güçler tarafından da destekleniyor.
“Dünyanın sessiz kaldığı, Arap ve İslam ülkelerinin aciz bir şekilde seyrettiği, Türkiye’nin İsrail ile olan ticaretini dahi kesmediği bu tablo karşısında elimizden geleni tarihi ve vicdani bir görevdi. Önce 9 Ekim’de (Saadet Partisi lideri) Sayın Temel Karamollaoğlu ile Filistin Büyükelçiliğini ziyaret ederek atılması gereken adımları kamuoyu ile paylaştık. 11 Ekim’de yaptığım konuşmada Uluslararası Adalet Divanında İsrail’e soykırım davası açması için İslam İşbirliği Teşkilatına çağrı yapılmasını istedim. Daha sonra BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin büyükelçiliklerinden randevu talep ederek bu ülkelerin devlet başkanlarına birer mektup gönderdim. Bu çerçevede Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva’ya, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’e, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’a, AB Konsey Başkanı, Komisyon Başkanı ve Dış Politika Yüksek Komiseri’ne, her ülkenin yapabilecekleri ile ilgili hususları da kapsayan bu mektuplarla uluslararası kamuoyu oluşturma çabalarına katkı vermeye çalıştım.
9 Kasım’da Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyrill Ramaphosa’ya yazdığım mektupta ise yaptığı açıklamalara teşekkür ettikten sonra Nelson Mandela geleneğinin takipçileri olarak bu soykırıma karşı uluslararası harekete geçirecek çalışmalara öncülük etme çağrısında bulundum. Bu süreçte Güney Afrika Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bertha Dipuo Letsatsi-Duba ile sürekli temas halinde olduk. Kendisine gösterdiği hassasiyet dolayısıyla müteşekkirim. Güney Afrika’nın başvurusuyla İsrail’in Uluslararası Adalet Divanında soykırım suçlamasıyla yargılanmaya başladığı gün (10 Ocak) de Güney Afrika’da bulunan sayın büyükelçi beni arayarak Sayın Ramphosa’nın selamlarıyla birlikte “Küresel Vicdan Bildirisi konusunda bilgi aldı. Ayrıca başka neler yapılabileceği konusunda da istişarelerde bulunduk.
Ayrıca geçmişte birlikte çalıştığım Dışişleri Bakanları ve Başbakanları ile temasa geçerek ateşkes için devreye girecek uluslararası heyet oluşturmaya gayret ettim. Katar’ın ateşkes çalışmaları ilerleme kaydedince bu heyet oluşturma çabasına ara verdik.
Kısa bir ateşkes sonrası saldırılar tekrar yoğunlaşınca bu kez dünyanın her bir köşesinden, etnik ve dini kimliğinden saygın devlet adamlarından, Nobel barış ödülü sahibi barışseverlerden, Pulitzer ödülü sahibi gazetecilerden, BM’de görev yapmış diplomatlardan ve insan hakları savunucularından oluşan aydınların katılımı ile gerçekleştirdiğimiz zoom toplantıları sonrasında uluslararası alanda tanınmış 139 aydının imzaladığı “Küresel Vicdan Bildirisi”ni yayınladık ve imzaya açtık. Şu ana kadar 1600 destekçi bu metne imza attı.
Daha sonra yaptığımız istişarelerde Küresel Vicdan Bildirisi’ne imza atan aydınlarla çabalarımızı daha da etkin kılmak üzere yüz yüze buluşmaya karar verdik. Yoğun bir çalışma sonrasında imzacılardan oluşan temsil kabiliyeti yüksek bir grupla 27 Ocak’ta Londra’da bir toplantı gerçekleştirerek atılacak soykırıma karşı sesimizi yükseltecek ve bundan sonra atılacak adımları kararlaştıracağız. Londra Konferansının bir amacı da İsrail hakkında bir “People’s Tribunal”, yani “Halklar Mahkemesi” kurmak. Zamanında Bertrand Russel ve Jean Paul Sartre öncülüğünde ABD’nin Vietnam’daki insan hakları ihlallerine karşı kurduğu gibi. Yani uluslararası sistemden sonuç alınamıyorsa, halkların gözünde mahkûm etmek amaçlı.
– Bu toplantı niye Londra’da yapılıyor? Türkiye’de yapmak mümkün değil miydi?
– Gönül isterdi ki bu toplantıları Türkiye’de, tercihan İstanbul’da yapalım. Ama maalesef yazılı ve sözlü bütün çağrılarıma ve randevu taleplerime rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bir görüşme imkânı olmadı. İç siyasette ihtilaf etsek dahi tarihi sorumluluk ihtiva eden böylesi insani bir konuda görüşebilmeliydik. Son sekiz yıldır üzerimde uygulanan baskılara rağmen benim için bu konu her türlü şahsi meselenin üstündedir. Dışişleri Bakanımız Hakan FidanBey ile konuştum, yazdığım mektuplardan ve girişimlerden haberdar ettim. Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı yapmış bir insan sorumluluğuyla, bir zorunluluk olmamasına rağmen, uluslararası girişimlerimden devlet yetkililerimizi bilgilendirmeyi devlet ahlakının bir gereği olarak görürüm. Sayın Cumhurbaşkanı ile görüşebilseydik bu girişimlerimiz hakkında kendisine de bilgi sunacak ve bu toplantının Türkiye’de olması için talepte bulunacaktım. Ama olmadı. Bunun üzerine dünyanın değişik ülkelerinden ulaşım imkanlarını da göz önünde bulundurarak Londra’da yapmaya karar verdik.
– Peki, Güney Afrika’nın yaptığı öncülüğü Türkiye yapamaz mıydı? Uluslararası Adalet Divanına müracaatta ve arabuluculuk girişimlerinde Türkiye’nin adı niye geçmiyor?
– Türkiye tabi ki hem Uluslararası Adalet Divanı hem de arabuluculuk konusunda ciddi bir liderlik ve öncülük üstlenebilirdi. Ancak böylesi öncülüklerin olmazsa olmaz üç şartı vardır: kapsamlı bir barış vizyonu, taraflar nezdinde etki edebilme gücü ve uluslararası toplumun genelinde sahip olunan itibar. Bugün Türkiye maalesef bu üç unsurdan da yoksun görünüyor. Bu zaaf yüksek dozlu bir hamaset ile örtülmeye çalışılıyor.
İç kamuoyunu tatmin için uluslararası topluma ve BM aleyhine artan şiddetli açıklamalar yapılıyor ama fincancı katırlarını ürkütmemek için hiçbir uluslararası girişimin içinde bulunulmuyor. Krizin daha ilk günlerinde ülke olarak Uluslararası Adalet Divanına, İslam İşbirliği Teşkilatından temsilen bazı ülkelerin Uluslararası Ceza Mahkemesine başvurmasını için çağrıda bulunduk. Ama hiçbir adım atılmadı, çünkü dış borca olan bağımlılık cesur adımlar atılmasını engelledi. Güney Afrika Cumhuriyeti cesur bir tavırla öne çıkınca da “Türkiye Uluslararası Adalet Divanına zaten başvuramazdı, çünkü taraf değildi” gibi bir argümanı yayarak bu acziyete kılıf bulmaya çalışıyorlar. Halbuki BM üyesi bütün ülkelere Uluslararası Adalet Divanına başvurabilir. Türkiye’nin taraf olmadığı mahkeme Uluslararası Adalet Divanı değil, Uluslararası Ceza Mahkemesidir.
– Ancak Türkiye de çaba gösteriyor insani yardım, esir takası ve uluslararası planda İsrail’in Gazze’deki icraatının kınanması tavır alınması konusunda. Arabuluculuk konusunda sonuç alınamıyor sanırım. Neye bağlıyorsunuz?
– Arabuluculuk çalışmalarına gelince, Türkiye maalesef bugün gerek İsrail gerekse Hamas nezdinde yeterli etkinliğe ve caydırıcılığa sahip değildir. 2009, 2012 ve 2014 savaşlarında arabuluculuk yaptığımızda Filistin tarafının her iki kanadı üzerinde de olağanüstü ikna kabiliyetimiz vardı. İsrail ile ilişkilerimiz gerilimliydi ama İsrail’e karşı caydırıcı bir etkimiz ve ABD üzerinden baskı yapma gücümüz vardı. Şimdi ise bir taraftan İsrail’e karşı sert bir söylem kullanıp diğer taraftan İsrail’e birkaç yüz milyon dolarlık ticareti sürdürmemiz inandırıcılığımızı ve etki gücümüzü yok etti. Bu durum Filistinliler nezdindeki itibarımıza da büyük darbe vurdu. Bu itibar kaybıyla bu iktidarın herhangi bir girişime öncülük edebilmesi çok güçtür.
– İktidarda değilsiniz ama Gazze örneğinde olduğu gibi dış temaslarda, girişimlerde bulunuyorsunuz. Oysa kamuoyunda sizin Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık döneminizdeki Suriye politikası nedeniyle bugün Türkiye’nin uğraştığı yasadışı göçmenler ve kimi güvenlik sorunlularından sorumlu olduğunuz algısı var. Bu çelişkiyi nasıl açıklıyorsunuz?
– Bu haksız algının temel sebebi Başbakanlık görevinden ayrıldıktan sonra geçen sekiz yıl içinde bana uygulanan medya ambargosu ve Pelikan çetesi başta olmak üzere hakkımda örgütlenen besleme trol ordularının iktidar desteğiyle yürüttüğü propaganda faaliyetidir. Bu süreçte iktidarla çatışmaya girmeden AK Parti dönemlerini eleştirmenin de Cumhurbaşkanının gözüne girerek bir makama gelmenin de en kolay yolu her olumsuzluğu bana yüklemekti. Erdoğan’a ait olan “Emevi camiinde namaz kılacağız” ifadesini bana yakıştırmak da ben ayrıldıktan sonra takip edilen yanlış politikalarla tırmanan mülteci sorununu benim üzerime atmak da, devlet kurumlarını işletmesi gereken Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve MGK gibi kurumların sorumluluklarını dönemin Dışişleri Bakanı olarak bana yüklemek de bu iklimde mümkün olabildi. Eğer Başbakanlığa devam etseydim muhtemelen bu oportünist çevreler hiçbir zaman böyle bir cesaret gösteremezlerdi.
İçerde bu haksız algı oluşturulurken dışarda benim barış ve arabuluculuk çalışmalarımı bilen ve takdir eden başta BM Genel Sekreteri Antonio Guterres olmak üzere barışsever devlet adamları ve aydınlar bana saygı duymaya devam etti. Hatta birçok konuda temaslarını sürdürmeye özen gösterdiler. Kendi ülkemde birileri unutturmaya çalışsalar da başta Dışişleri Bakanlığı arşivimizden olmak üzere küresel vicdan, devlet ve millet hafızasından benim 2009, 2012 ve 2014 Gazze savaşlarındaki ateşkes sağlayıcı rolümü de, İsrail-Suriye barış görüşmelerindeki etkin rolümü de, BM mekanizmalarının sağlayamadığı İran ile nükleer anlaşmanın benim ile Brezilya Dışişleri Bakanı Celson Amorim tarafından gerçekleştirildiğini de, Bosna-Sırbistan, Irak-Suriye, Bosna-Sırbistan, Kosova-Sırbistan, Afganistan-Pakistan, Rusya-Gürcistan Sudan-Güney Sudan, Somali-Somaliland, Etiyopya-Eritre krizlerindeki arabuluculuk çalışmalarımı da, Lübnan, Kırgızistan, Irak, Somali, Libya, Yemen, Bahreyn ve Orta Afrika Cumhuriyetindeki iç gerilimlerdeki barış kurucu rolümü de silmek mümkün değildir.
Birgün trollerin oluşturduğu sis bulutu kalktığında adaletine inandığım tarih bu rolümün gerçek şekilde anlaşılmasını ve takdir edilmesini sağlayacaktır. Bu çabalarım dolayısıyladır ki, başta Finlandiya ile birlikte başlattığımız Arabuluculuk Girişimi olmak üzere birçok BM girişimi hala bizim adımızla anılmaktadır.
– 2024 yılı hem dünyada hem Türkiye’de gerek siyasi gerek ekonomik gerekse toplumsal gerilimler bakımından zor geçecek gibi görünüyor. Siz nasıl görüyorsunuz?
– Ben genellikle realist olmakla birlikte olumlu bir gelecek projeksiyonu çizmeye özen gösteririm. Ütopik hayalperestlikle nihilist karamsarlık arasında doğru olan tutumun realist iyimserlik olduğunda inanırım. Ancak, 2024 yılı için gerek dünya gerekse ülkemiz açısından çok kaygılıyım. Seksenli yıllardaki İran-Irak savaşından bu yana ilk kez iki devlet (Rusya-Ukrayna) iki yıla yakın süredir savaşıyor, İsrail üç aydır dünyanın canlı izlediği açık bir soykırım suçu işliyor. Irkçılığın ve otoriterliğin tırmandığı bir iklimde dünya bir ateş çemberinde BM mekanizmaları da bölgesel ve küresel güçler de bu ateş çemberine çözüm bulmakta yetersiz kalıyor.
Türkiye bu ateş çemberinin ortasında yüksek yargının birbiriyle çatıştığı, sistemik yolsuzluk düzeninin her kurumu sardığı, yaygınlaşan yoksulluğun orta sınıfı yok ettiği, bütün bu zaafların örtülebilmesi için yasakların her geçen gün arttığı otoriter bir oligarklar düzenine doğru süratle gidiyoruz.
– Türkiye 2023’te sizin de içinde bulunduğunuz ama seçimi kazanamayan Altılı Masa, Millet İttifakı deneyimine tanık oldu. Bu bağlamda 31 Mart seçimlerine doğru siyasi dengeleri nasıl görüyorsunuz?
– Bu tablo içinde beni en çok kaygılandıran husus halkın siyaset kurumuna duyduğu güvensizlikten beslenen apolitikleşme sürecidir. Bunda iktidarın baskıcı politikaları kadar muhalefetin 28 Mayıs seçimleri sonrasında içine sürüklendiği dağınıklığın da büyük payı var. Bugün siyasetin bütün ana damarları parçalı bir görüntü sergiliyor. Öncelikle hepimize düşen görev bu dağınıklık ve parçalanmışlık kıskacından süratle çıkmaktır. Muhafazakâr, milliyetçi ve sosyal demokrat çizgilerdeki partilerin kendi içlerinde derlenip toparlanması 50+1 şartının getirdiği anormalliklerin aşılarak siyasetin doğal seyrine oturması açısından önemlidir.
Yerel seçimlerde iktidarın dezavantajı 2023 seçimlerini almasının rahatlığıyla 31 Mart’ta da çok rahat bir sonuç alacağı kanaatine sahip olmaları. Ben bu kanaatte değilim. Genel seçim parametreleriyle yerel seçim parametreleri aynı değil. Mesela Turgut Özal liderliğindeki ANAP 1987’de seçimi rahat kazandı ama 1989’daki yerel seçimde önemli şehirleri Sosyaldemokrat Halkçı Parti’ye (SHP) kaybetti. 1991 genel seçimlerinde DYP-SHP birlikte başarılı oldu, ama 1994 yerel seçimlerinde önemli büyükşehirleri Refah Partisi’ne kaybetti. Erdoğan 2018 seçiminde çok başarılı oldu, ama 2019’da AK Parti İstanbul, Ankara dahil önemli büyükşehir belediyelerini CHP’ye kaybetti.
Bunun temel nedeni yerel seçimlerin, iktidara bir ders vermek isteyen halk açısından risksiz bir imkân oluşturmasıdır. Bugün de halk iktidardan son derece hoşnutsuzdur. Kararsız oylardaki artışın temel sebebi budur. Ancak muhalefetin bu konuda önalıcı bir tutum sergileyemediği de açıktır.
– Gelecek Partisi olarak tutumunuz nasıl olacak?
– Biz geçen seneki seçimler sonrası kendimize üç temel hedef belirledik ve bu üç temel hedef konusunda önemli mesafeler aldık. Birincisi, TBMM’nin denetim gücünü artırmak ve siyasetteki dağınıklığı giderebilmek için TBMM’nde bir grup oluşturmaktı. Seçimlerden hemen sonra Saadet Partisi ile tam bir uzlaşı kültürü içinde ortak bir grup oluşturduk. Burada Gelecek Partisi olarak isim fedakarlığı yapmaktan çekinmedik, çünkü siyaset alanının her geçen gün daha çok daraldığı bir dönemde TBMM’nin denetim gücünün artması tekil parti hesaplarından daha önemlidir. Ortak grubumuzun başta bütçe görüşmeleri olmak üzere TBMM’de sergilediği performans bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu ortaya koymuştur.
İkinci hedefimiz parti teşkilatımızın güçlendirilerek ikinci olağan genel kongremizin yapılmasıydı. Ağustos ayında başlattığımız kongre sürecini de kısa sürede tamamladık. 49 il kongresini dört ayda tamamlayarak II. Büyük Kongremizi 14 Ocak’ta gerçekleştirdik. Aynı gün dokuz şehidimizin cenaze merasiminin olması dolayısıyla asgari düzey yasal şartları gerçekleştirmek üzere coşkusuz ve şehitleri anma dışında konuşma yapılmaya bir kongreyi geride bıraktık. Parti Yönetim Kurulunu yeni isimlerle güçlendirdik ve yapısal bazı düzenlemelerle kurumsal altyapımızı tahkim ettik.
Üçüncü hedefimiz yerel seçimlerdi. Yerel seçimlerle ilgili belirlediğimiz ilke doğrultusunda kendi logomuzla gireceğimiz odaklanmış seçim bölgeleri dışında iş birliğine hazır bir yöntem benimsedik. Öncelikle Saadet Partisi olmak üzere bütün partilerle seviyeli ve ilkeli bir ilişki geliştirmeye özen gösterdik. Şu ana kadar yaklaşık yüz seçim bölgesinde kendi adayımızı ilan ettik, yine yaklaşık yüz seçim bölgesinde de Saadet Partisi ile ortak adaylar tespit ettik. Bu ilk aşama. Saadet Partisi ile istişarelerimizi sürdüreceğiz. Ayrıca, diğer bölgelerde diğer partilerle dirsek teması halinde her belde, ilçe ve ilde en yetkin isimlerle yerel yönetimlerin ehil ellerde olmasına çaba sarf edeceğiz.
Yerel seçimler sonrasında da Türkiye’nin her anlamda gerçek bir siyasi yenilenme yaşayabilmesi için gece gündüz çalışmaya devam edeceğiz.
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…
Esad gitti ama bence Suriye için en çetin meydan okuma yeni başlıyor. İsrail, ülkenin tüm…