AKP’nin otoriter pazarlığı bu krizi de aşar mı? Bu soru geçtiğimiz Cumartesi günü TÜSES, SODEV ve FES’in birlikte düzenlediği “31 Mart Sonrası Yeni Bir Türkiye Mümkün mü?” başlıklı paneldeki konuşma konumdu. Hem soru, hem de otoriter pazarlık kavramının kendisi uzun bir tartışma doğurunca, konuyu biraz daha açmak istedim.
En son söyleyeceğimi en başta söyleyecek olursam, bu soruya cevabım, “Zor!”
Gerek 2024 seçimleri, gerekse seçim sonrası kamuoyuna yansıyan iç tartışmalar, AKP iktidarının seçmeniyle seneler boyu yürütmeyi başardığı “otoriter pazarlığın” bugün krizde olduğunu gösteriyor. Akdi yeniden tazeleyebilecek maddi koşullar ise şimdilik erişim dışı.
Otoriter pazarlık nedir?
“Otoriter pazarlık” kavramı bize otoriter rejimlerin yalnız baskıyla değil, bir ölçüde de seçmen rızasıyla ayakta kalabildiğini hatırlatıyor. Uzun süredir bu kavramı, sınırlarının farkında olmakla birlikte, Türkiye’de iktidar-seçmen ilişkilerini tanımlamakta faydalı buluyorum.
Kavrama gelen itirazların çoğu ise, otoriter rejimlere rıza gösteren vatandaşların birer fail olarak değil, çaresizce boyun eğen, yahut aldanmış ya da “yanlış bilinç” içinde olan bireyler olarak tahayyül edilmesinden ileri geliyor.
Oysa biliyoruz ki, baskıcı bir rejimde bile aynı anda 1 milyon kişi demokrasi talebiyle sokağa dökülürse, rejimin değişime direnmesi çok maliyetli olur. Bu maliyetten kaçınmak için, vatandaşın bir ölçüde rızasını almak gerekir. Bu rıza da çoğu zaman ekonomik transferler sayesinde elde edilir. Vatandaş elde ettiği ekonomik kazanımlar karşılığında, bir takım hak ve hürriyetlerinden vaz geçmeye razı olduğunda, otoriter pazarlık tesis olmuş olur. Liderlik karizması, dava, vb. faktörler otoriter pazarlıkların kurulmasını kolaylaştırsa da somut ekonomik kazanımlar pazarlığın olmazsa olmazlarıdır.
Vergiler, kent rantları, denetimsiz bölüştürme imkanı
Otoriter pazarlıklar kurabilme becerisi iktidarın “kendi parası” gibi dağıtabileceği kaynaklara erişimi ile doğru orantılı olur. Petrol gibi değerli doğal kaynaklara erişimi olan iktidarlar için bu pazarlıkları tesis etmek elbet daha kolaydır. Tunus protestoları ile bölgeye yayılan Arap Baharı sırasında, Sudi Arabistan’ın ivedilikle asgari ücreti artırmak suretiyle topraklarındaki siyasi hareketlenmeyi nasıl sönümlendirdiğini hatırlayalım.
Diğer yandan, Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, vergiler ve kent rantları gibi gelirler de, denetimsiz ve keyfi bölüştürme imkanı mevcut olduğu müddetçe, otoriter pazarlıklara kaynak oluşturabilirler. Nitekim, AKP iktidarı uzun seneler en alt ve en üst ekonomik sınıflara aynı anda kazandıran, maliyetleri ise orta sınıfa yükleyen bir bölüşüm sistemi ile, anahtar seçmen kitleleri ile arasında bir otoriter pazarlık tesis etmeyi başardı. En alt gelir grupların rızasını almada, yüksek asgari ücret zamları, vergi muafiyetleri, imar afları, ucuz konut, belediye yardımları gibi uygulamalar etkili olurken üst gelir gruplarının rızasını almada, ucuz krediler, ucuz arsalar, imtiyazlı ruhsatlar, vergi afları, karlı ihaleler ve ortaklıklar rol oynadı. Bu tür ekonomik faydalar, seçmenin eriyen hak ve hürriyetlere, adaletsizliklere ve yolsuzluklara toleransını artırdı.
Elbette ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçmeniyle kurduğu duygusal bağ da, bu rıza alma sürecinde etkili oldu. Neticede duygularımız, kazanç ve kayıplarımıza dair tahminlerimizi etkiliyor. Bunu reklamcılık ve pazarlama disiplinlerinden zaten biliyoruz. Diğer yandan net ekonomik faydalar otoriter pazarlıkların olmazsa olmazı.
Ekonomik kötüleşme ve kent rantlarının kaybı otoriter pazarlığı bozdu
2016 sonrası kademe kademe yaşanan, 2018’den sonra enflasyonun raydan çıkmasıyla artık herkesçe hissedilir hale gelen ekonomik kötüleşme, AKP’nin seçmene aktarabildiği ekonomik faydaları azalttı. Ekonomik kötüleşme ile birlikte düşen vergi gelirleri, transfer edilebilecek kaynak havuzunu sığlaştırdı. 2019’da ise başta İstanbul olmak üzere muhalefete kaybedilen büyükşehirler, ve dolayısıyla kent rantlarının merkezi yönetimin erişimi dışında kalması, iktidar ve seçmeni arasındaki al-ver dengesini büsbütün zora soktu.
Bu tarihten sonra destek gruplarına transfer edilebilecek ekonomik kaynaklar tutarlı biçimde azaldı. Gönül Tol’un da ifade ettiği gibi, 2023 seçimleri öncesi otoriter pazarlık hiç olmadığı kadar dayanıksızlaşmıştı. Ne var ki, 2023’te güç bela, (resmi) enflasyon oranının üstünde bir asgari ücret zammı ve EYT kararı devreye sokulabildi, faizler her türlü maliyet göz alınarak baskılandı. Bir ödemeler dengesi krizinin eşiğinde seçimleri atlatan iktidar, seçim sonrasında ise popülist ekonomik politikalarına nihayet veda etmek zorunda kaldı. Nitekim 10 ay sonra, 2024 seçimleri öncesi, seçmenlerin yaklaşık dörtte birini oluşturan emeklilerin şiddetli maddi talepleri, daha önce hiç olmadığı kadar açık bir dille, elde hiç para olmadığı gerekçesiyle, geri çevirildi.
2024 seçimleri “ekonomik oy verme” prensibine inanç tazeledi
2024 seçimleri, 2023 seçimleri sonrası şüphe eder olduğumuz “ekonomik oy verme” prensibine, yani ekonomik memnuniyetsizliklere sahip seçmenin bunu oy tercihine yansıtacağına yeniden inanç tazeledi. Aslında 2023 seçimlerinde de büyük kentlerde bir ölçüde gördüğümüz oy değişimleri, 2024 seçimlerinde çok daha yaygın biçimde kendini gösterdi. Oy tercihleri elbette bir tek faktöre bağlanamaz. Fakat araştırmalar, ekonomik memnuniyetsizliğin son dönemde AKP’nin seçmeniyle bağının zayıflamasında önemli rol oynadığını gösteriyor
Nitekim Ekim 2023’te Reform Enstitüsü ve Şubat 2024’te IstanPol ile gerçekleştirdiğimiz iki farklı seçmen davranışı çalışmasında apatinin, yahut siyasi coşkusuzluğun, 2024 seçimlerinde etkili olacağını, daha önemlisi, apatinin sanıldığı gibi yalnız muhalif seçmende değil iktidar seçmeninde de oldukça belirgin olduğunu, ve apatetik AKP seçmeninde en çok öne çıkan algının, ekonomik ihtiyaçlarının yok sayılması olduğunu gözlemlemiştik.
Oy vermeyen “AKP seçmeni “kim kazanırsa kazansın, çok fark etmez” dedi
Bu araştırmalarda geçmişte AKP’ye oy vermiş olup bu seçimde evde kalmayı, yahut bir başka partiye oy vermeyi düşündüğünü belirten seçmenlerin ortak duygusu “kim kazanırsa kazansın çok fark etmez” cümlesiyle ifade buluyordu.
Bu duygunun içinde elbet seçmenin kendi partisine yönelik kırgınlık vardı. Fakat diğer yandan, muhalefet adaylarına yönelik “negatif kimliklenme” halinin, bir başka deyişle, seçmenin rakip parti ve adaya duyduğu kuvvetli olumsuz duygulardan ötürü, yeterince memnun olmadığı halde yine kendi partisine oy verme motivasyonunun zayıfladığı da görülüyordu. Bu seçmenler muhalefet adaylarını “kabul edilebilir” buluyorlardı, ki 2023 seçimlerindekinden farklı bir tutum içinde olmalarının önemli sebeplerinden biri buydu.
Neticede biliyoruz ki, bir dalı bırakabilmek için başka bir dal tutmak gerekebiliyor ve 2024 seçimlerinde muhalefet yeni seçmen gruplarına bu seçeneği ve motivasyonu verebilmişe benziyor.
Özetle, bugün AKP’nin seçmen kitlesiyle arasındaki al-ver dengesinin bozulduğu görülüyor. Yalnız seçim sonuçları değil, son günlerde nükseden ıstakoz, Rolex, Mercedes tartışmaları da AKP seçmeninin partisine yönelik toleransının düştüğünü, seçim sonuçlarından da pişman olmadığını gösteriyor. Bu kitlenin Erdoğan’ın şahsı ile arasındaki duygusal bağ hala sürmekte olabilir, ama bu bağ, ekonomik olarak tatminsiz seçmeni partide tutamamaya başladı. Neticede, son dönem Türkiye siyasetine damga vurmuş otoriter pazarlık bugün artık bozulmaya başladı.
AKP iktidarı kaybettiği seçmeni geri kazanabilir, seçmenle yeni bir pazarlık kurabilir mi? Kent rantlarına erişimini belediye seçimi sonrası büsbütün yitirmişken, popülist ekonomik politikalara dönmenin yeni yollarını bulabilir mi? Yoksa, içerdiği siyasi maliyete rağmen, ekonomik “normalleşmeye” devam eder mi? Bu sorular da bir başka yazının konusu olsun.