ABD müdahalesiyle tırmanan İsrail-İran savaşı İranlı kadınların özgürlük mücadelesini zorlaştırıyor: Ne İsrail, ne ABD ne İslam Cumhuriyeti.
İranlı kadınlar, yıllardır sadece rejimin değil, savaşın, sessizliğin ve erkek egemen düzenin karşısında dimdik duruyor. 2025 Haziran’ında Ortadoğu yeniden sıcak bir savaşın eşiğindeyken, İranlı kadınlar ve kadınların mücadelesi bir kez daha tarihin en çetin sınavlarından birini veriyor. Bu satırları yazarken aklımda yalnızca onların öfkeleri değil; cesaretleri, yalnızlıkları ve inatları da var. Hem geçmişin yükünü, hem bugünün riskini taşıyorlar. Ve o yükün altında ezilmek yerine yürümeye devam ediyorlar.
1936 yılında Reza Şah başörtüsünü yasakladı. Modernleşme adına yapılan bu düzenleme, kadınları kamusal alana zorla çekmenin yollarından biriydi. 1979’daki İslam Devrimi’yle bu kez zıt bir baskı başladı: Zorunlu örtünme. Kadın bedeni yine ideolojinin savaş alanına dönüştü.
Bu iki zıt dönemin kesiştiği yerde aynı gerçek vardı: Kadına yine sorulmadı. Ne açılmak ister misin, ne kapanmak. Her iki durumda da kadın kendi bedeni üzerinde söz sahibi olamadı.
2006’da başlatılan “Bir Milyon İmza Kampanyası” hâlâ unutulmadı. Miras, boşanma, şahitlik, velayet… Kadınlar yalnızca temel haklarını talep ediyordu. Bu bile tehdit sayıldı. Kampanya bastırıldı, katılımcılar yargılandı. Ama o gün belki de geri dönüşü olmayan bir kırılma yaşandı: Rejim yalnızca bedenleri değil, sözleri de susturmak istiyordu.
Bugün o kadınların çoğu 40’larında. Mücadele hâlâ bitmedi. Sadece biçim değiştirdi.
Eylül 2022. Mahsa Amini gözaltına alındı ve yaşamını yitirdi. Sokağa çıkan kadınlar saçlarını kesti, başörtülerini attı, çıplak ayakla yürüdü. Korkuyu kişisel alandan kamusal alana taşıdılar.
“Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganı, Mahsa Amini’nin ardından İranlı kadınların öfkesini ve cesaretini simgeleyen evrensel bir direniş sözüne dönüştü.
Ancak bugün, bombaları kadınlar ve çocuklar üzerine de yağdıran İsrail BaşbakanıBinyamin Netanyahu’nun bu sloganı kullanması, İranlı kadınlar için ayrı bir öfke ve tahammülsüzlük kaynağı.
2025 başında Tahran ve Şiraz’da başlayan “They strike, we dance– Onlar vurur, biz raksederiz” hareketi, yeni bir protesto dili sundu. Genç kadınlar başörtülerini çıkarıyor, çıplak ayakla dans ediyor, kameraya gülümsüyor:
“Dans ettiğimizde, bedenlerimizden değil, zincirlerimizden utanmalarını istiyoruz.”
Ne silah var ne slogan. Ama korkuya karşı bedenle verilen bir yanıt var. Mahsa’nın anısı bir hafızadan çok bir geleceğe dönüşüyor.
İranlı kadınlar, sadece bugün değil, her savaşta hedef oldular. 1980-1988 İran-Irak Savaşında yaralı taşıdılar, moral verdiler, istihbarat sağladılar. Ama sadece “destekçi” olmadılar; öldüler, sakat kaldılar, derin travmalar yaşadılar.
Bugün, 2025’te, tarih tekerrür etmiyor; aynı acılarla sürüyor. İsrail-İran savaşı, yine ilk olarak kadınların hayatına çarpıyor. Bombalar yalnızca askerî hedefleri değil, sivillerin evlerini, çocukların okullarını, kadınların yaşam alanlarını vuruyor. Bu savaş, sadece iki rejim arasında değil; iki halk arasında da değil. Ama kadınlar, bir kez daha merkezinde.
Bu kadar baskı ortamında Nobel Barış Ödüllü Narges Mohammadi, Fields Madalyalı fizik profesörü Maryam Mirzakhani, yönetmen Rakhshan Bani-Etemad gibi kadınlar çıktı. Ve bugün İran-İsrail savaşının ortasında bir kez daha sessizliğin içinden bağırdılar.
18 Haziran 2025’te Time dergisine gönderdiği mektupta Mohammadi, dünya kamuoyuna seslendi ve İran ile İsrail arasında süren savaşın yalnızca rejimleri değil, halkları da yok ettiğini belirtti.
Mohammadi, milyonlarca İranlının yerinden edildiğini, altyapının hedef alındığını, Tahran’ın boşaltılmasının gündemde olduğunu ve nükleer tesislere saldırı ihtimalinin halkta büyük korku yarattığını aktardı.
“Savaşın kapsamı her gün genişliyor. Alevleri yalnızca doğrudan taraf olan topraklarla sınırlı kalmayacak, sınırları aşarak tüm dünyayı saracaktır.”
Mohammadi, Nobel Barış Ödülü sahiplerine ve insan hakları savunucularına seslenerek savaşa derhal son verilmesi ve ateşkes ilan edilmesi için küresel bir dayanışma çağrısında bulundu.
Bu çağrı, İran’daki baskı ortamından yükselen bir barış haykırışı olarak tarihe geçti.
Bu savaşın ve baskının ortasında, bir başka güçlü ses daha yükseldi: Dünyaca ünlü yönetmen Jafar Panahi, Instagram hesabında yayımladığı bildiride hem İran rejimini hem de İsrail’in saldırılarını aynı açıklık ve netlikte kınayarak insanlığa seslendi.
“İslam Cumhuriyeti ile İsrail rejimi arasındaki yıkıcı savaşa derhal son verilmesini talep ediyorum. Bu savaş, bölgesel barış ve insanlık için ciddi bir tehdittir.”
Panahi, ülkesine bağlılığını vurgularken, rejimin meşruiyetini açıkça reddetti:
“Bu rejimin ne meşruiyeti vardır ne de geleceği. Bu sistemin bir an önce dağılması ve halkın iradesine dayalı demokratik bir geçiş süreci başlamalıdır.”
Panahi, Birleşmiş Milletleri (BM) ve uluslararası kamuoyunu da göreve çağırarak tarafları derhal ateşkese zorlamalarını istedi:
“Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplumu derhal, kararlı bir şekilde askeri saldırıları durdurmaya ve sivillerin öldürülmesine son vermeye çağırıyorum. Devam eden sessizlik ve eylemsizlik suça ortak olmak anlamına gelir.”
Onun sözleri, İranlı kadınların cesaretine ve halkın barış arayışına yazılmış bir selamdır.
İranlı kadınların mücadelesi sadece sokakta değil, uluslararası platformlarda da sürüyor. Bu seslerden üçü, EŞİK Platformu tarafından 21 Haziran akşamı, ABD İran’ı vurmadan birkaç saat önce düzenlenen çevrimiçi toplantıda bir araya geldi: Siyaset Bilimci Mona Tajali, gazeteci Chista ve Londra merkezli Justice for Iran (İran için Adalet) örgütünün lideri Shadi Sadr.
Toplantıda üç temel mesaj öne çıktı: İsrail’in saldırıları derhal durmalı; İslam Cumhuriyeti’ne karşı uluslararası kamuoyu baskısı artmalı; ama bu süreç, İran halkının yerine karar verilecek dış müdahalelerle değil, halkın demokratik iradesiyle şekillenmeli.
Mona Tajali, Mahsa Amini’nin öldürülmesinden sonra toplumda büyüyen özgürlük arzusunun rejimi daha da baskıcı hale getirdiğini, yeni hicab yasalarıyla kadın bedeninin yeniden hedef alındığını aktardı. Ancak savaşla birlikte bu iç direnişin zayıfladığını, halkın artık “hayatta kalmaya” odaklandığını söyledi. Ona göre rejim, savaş atmosferini milliyetçiliği güçlendirmek için kullanıyor.
Gazeteci Chista, savaşın özellikle yoksul kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerine dikkat çekti. Günlük kazançla geçinen, sosyal güvencesiz kadınların sayısının İran’da yüzde 20–25’e ulaştığını, savaşın birkaç haftadan uzun sürmesi halinde bu kesimde “biyolojik yıkım” başlayacağını söyledi.
“Evlerini terk eden, düşük yapan, korku içinde yaşayan kadınlar… Bazıları artık yaşamakla ölmek arasında fark olmadığını düşünüyor. Bombalar bu rejimi de yok edecekse, varsın beni de öldürsün, ben yaşamıyorum zaten diyenler hiç de az değil.”
Shadi Sadr ise savaş sonrası öne çıkan üç senaryoyu analiz etti. İlki, ABD ve İsrail’in destekleyeceği, başında Reza Pehlivan’ın oğlunun olduğu bir kukla hükümetin kurulması. Bu modelin halk tarafından istendiği iddiası, dış basında yer alsa da İran’daki internet kısıtlamaları ve tek taraflı yayınlar nedeniyle gerçeklikten kopuk. İkinci senaryo, rejimin nükleer pazarlıklarla hayatta kalmaya çalışması. Bu ise en karanlık olasılık olarak görülüyor. İran-Irak savaşı sonrasında olduğu gibi, bu durumda da demokrasi yanlılarına yönelik baskıların artması bekleniyor. Üçüncü ve desteklenmesi gereken senaryo ise BM denetiminde adil seçimle halkın söz sahibi olması.
Bu nedenle çağrıları net: “Ne İslam Cumhuriyeti ne İsrail. Ne de ABD-İsrail destekli bir kukla hükümet. Feminist hareketlerin, ilerici örgütlerin yapması gereken şey budur. Üçüncü bir yol mümkündür. Barış, demokrasi ve özgürlük için baskı, halkın iradesini esas alan bir geçiş döneminin sağlanması adına birleşik bir cephe oluşturmak.”
Toplantının üzerinden sadece birkaç saat geçmişti ki, ABD’nin İran’a saldırısı haberi geldi.
Bu gelişme, toplantıda dile getirilen korkuların ne kadar somut ve gerçek olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
İranlı kadınların en çok korktuğu senaryo, ne yazık ki hızla gerçekleşmeye başlamıştı:
“Eşitsizlikle baş ederiz, yoksullukla da. Ama bombalar altında tek düşündüğünüz şey, sadece hayatta kalmak oluyor.”
Bu saldırı sadece bir askeri operasyon değil; İran içindeki sivil direnişin nefesini kesme, dayanışma ağlarını dağıtma ve baskı altındaki kadınları daha da yalnızlaştırma riski taşıyor.
Zaten susturulmuşlardı; şimdi hem savaş uçaklarından, hem de rejimin baskısından kaçmak zorundalar.
ABD’nin saldırısı, İran’daki demokratik dönüşüm umutlarını bir kez daha erteleme; rejimin eline milliyetçilik ve “dış düşman” kartını verme tehlikesi taşıyor.
Bu yazı, bir kadının diğerine tuttuğu aynadır.
Bizimle aynı topraklarda doğmayan ama yüreğimizin ritmine çok benzeyen kadınlara bir selamdır.
Mahsa için saçını kesen Türk kadınıyla Berlin’de yürüyen İranlı mülteci arasında bir bağ var.
O bağ sadece politik değil. O bağ, insanî.
Çünkü İranlı kadınlar yalnızca karşı çıkmıyor; aynı zamanda yeni bir toplumun tohumlarını da atıyorlar.
Eğitim alıyorlar, dijital ağlar kuruyorlar, şiir yazıyorlar, kod yazıyorlar.
Ve hepsi aynı soruyu soruyor:
“Biz sustuğumuzda hangi gelecek yükselecek?”
Bu direniş yalnızca bir başkaldırı değil, bir inşa süreci.
Çünkü kadınlar konuşursa, her şey değişebilir.
Ve geleceği yeniden yazabiliriz.
Enerji artık yalnızca bir kaynak değil—bölgesel sınırları yeniden çizen jeopolitik bir kaldıraç. Bunun en güncel…
ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve aynı zamanda ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack…
Cumhurbaşkanlığına bağlı bir Dezenformasyonla Mücadele Merkezinin (DMM) kuruluşunu 5 Ağustos 2022’de ilan eden dönemin İletişim…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın PKK’nın 11 Temmuz’da ilk silah bırakışını takiben 12 Temmuz’da yaptığı konuşmada AK…
2024 Nisan’ında İsrail'in İran'a saldırması ve İranın karşılık vermesiyle tabık olduğumuz karşılıklı hava saldırıları, yalnızca…
Öncelikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 11 Temmuz’da PKK’nin silah bırakmaya başlaması ardından gözlerin çevrildiği 12…