Popülist liderler, kuzuya “artık vejetaryenim” diyen kurttan farksızlar. Eşitsizliklerle yüzleşmeden mutabakat olmaz. Türkiye’nin ihtiyacı, geçmişi yücelten birlik anlatıları değil; hak temelli reformlar, eşitlik ve katılımla örülen yeni bir kalkınma hikâyesidir.
“Bu millet artık yaşayamayacak hale gelmiştir!” Trabzon, Ortahisar Belediye Meclisi’nde MHP Grup Başkanvekili Abdurrahman Kınalı’nın siyasi kimliğini bir kenara bırakarak sarf ettiği bu çarpıcı cümle, yalnızca meclis üyeleri arasında değil, farklı siyasi çevrelerde de takdir ve mutabakat buldu. Yıllardır farklı ekonomik krizlere tanıklık ettiğini belirten Kınalı, bugün içerisinde bulunduğumuz durumu “Yüzde 5 bin faizli Derviş günlerinden bile daha ağır” olarak tanımladı.
Aslında Kınalı’nın bu sitemi, ülkenin büyük çoğunluğunun derinden hissettiği ancak yüksek sesle dile getiremediği yakıcı gerçeği açığa çıkarıyor: Ekonomik sıkıntı artık siyasi sınır tanımıyor ve toplumun her kesimini derinden sarsıyor.
Türkiye, bir yanda ‘refah simülasyonu’yla avutulan, diğer yanda derinleşen eşitsizliklerle yorulan bir topluma dönüştü. Bugün gençler kredi çekerek ‘zengin gibi görünmeye’, emekliler asgari ücretle hayata tutunmaya çalışırken, toplumsal mutabakatın temeli olan ‘ortak gelecek inancı’ hızla eriyor.
Toplumsal mutabakat, yalnızca kimlikler arası anlayış ya da ortak hatıralarla değil; herkesin kendini içinde görebileceği, adil ve görünür fayda üreten bir kalkınma modeliyle mümkündür. Bu model, büyümenin sadece rakamlarda değil, hayatların içinde hissedilmesini; refahın simülasyon değil, gerçek paylaşım olduğunu gösteren bir toplumsal düzen gerektirir. Dolayısıyla mutabakat, “birlikte düşünmek” kadar “birlikte kazanmak” üzerine inşa edilmelidir.
Toplumsal mutabakat, ortak acılardan değil, ortak umutlardan doğar. Toplumsal mutabakat ancak herkes için görünür ve adil kazanımlar sunan bir kalkınma çerçevesiyle anlamlı hale gelir.
Geçmişte bu mutabakat, ortak hatıralar ve değerler etrafında şekillenebiliyordu. Bugün ise toplumsal mutabakatı oluşturmak, toplumun tüm kesimlerinin kendini kalkınma sürecinin içinde görmesine ve geleceğe aynı güvenle bakabilmesine bağlı. Ortak bir geçmiş kadar, herkesin yer bulabildiği kapsayıcı bir gelecek tasavvuru da artık belirleyici.
Bu mutabakatın zemini, derinleşen eşitsizliklerle yüzleşmeden kurulamaz. Eğitim, konut, istihdam gibi temel alanlarda ciddi uçurumlar var; gençler umutsuz, emekliler geçinemiyor, kadınlar ve dezavantajlı bölgeler sistemin dışında kalıyor. Hukuk ve siyaset hakkı farklı zümreler için farklı avantajlarla tanımlanıyor. Prof. Dr. Semih Akçomak’ın “Ahlaksız Büyüme” kitabında belirttiği gibi, büyüme kamu etiğiyle desteklenmezse sürdürülemez.
Bugün ekonomi büyüse de toplumsal güven ve birlikte yaşama iradesi zayıflamış durumda.
Gerçek mutabakat, herkesin kazançlı çıkabileceğine inandığı adil bir düzende mümkündür. Bu, farklı kimliklerin sessizce uzlaşması değil; herkesin kendini dahil hissettiği ortak bir zemindir. Aksi hâlde mutabakat, güçlü olanın sessizliği dayattığı bir düzene dönüşür.
Türkiye’nin ihtiyacı, geçmişi yücelten birlik anlatıları değil; hak temelli reformlar, eşitlik ve katılımla örülen yeni bir kalkınma hikâyesidir. Bunu kurmak için içerideki adaletsizlikleri tanımak ve dünyadaki dönüşüme ayak uydurmak şarttır. Çünkü dünya değişiyor ve yeni bir paylaşım dönemi çoktan başladı.
Türkiye’nin bir türlü erişemediği refah sorunu var. Bugün Türkiye’de yeni kuşakların modernlikle kurduğu ilişki geçmişten köklü biçimde farklılaşıyor. Önceki dönemlerin modernleşme süreci, eğitim, kamusal yükselme ve mesleki güvenlik gibi yapılar üzerinden kuruluyordu. Bugünün modernlik arayışı ise, tüketim kalıpları, estetik tercihler ve dijital görünürlük üzerinden şekilleniyor.
Bu değişim, sert yaşam mücadelesi içinde büyüyen yeni sınıfların, kredi kartı borçlarıyla finanse edilen bir “görünürlük” mücadelesine sürüklendiği anlamına geliyor. “Zengin estetiği”nin taklit edildiği ama gerçek refahın ulaşılmaz olduğu bir düzende, bireylerin aidiyet duygusu giderek aşınıyor. Bu, Branko Milanovic’in işaret ettiği gibi küresel ölçekte derinleşen sınıfsal ayrışmanın Türkiye’ye özgü bir tezahürü: gelir artışı olmadan statü simülasyonu.
Bu tespitlerden sonra, Türkiye’nin yeni kalkınma hikayesini herkes için yazarken küresel gelişmeler karşısındaki risklerini ve nasıl konumlanması gerektiğini konuşmak lazım.
1970 model neoliberal ekonomik düzen, 2009’daki küresel finans krizinde duvara çarptı. O günden bu yana dünya, sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir sarsıntının içinde. On yıllardır biriken eşitsizlikler, güvencesizlikler ve dışlanmışlık hissi artık tepkiye dönüşmüş durumda. Bugün yeni bir düzen kuruluyor olabilir; ancak bu düzen ne daha adil, ne daha eşitlikçi, ne de daha sosyal bir çerçevede şekilleniyor. Kırılan eski düzenin yerine geçen şey, dağılmış hak taleplerini fırsata çeviren yeni aktörlerin, yani popülist liderlerin ve teknoloji oligarşisinin iktidar alanı.
Popülist liderler, yükselen öfkenin temsilcisi olarak sahneye çıkıyor; ancak seçildiklerinde, meşhur karikatürdeki gibi, bir grup kuzuya “artık vejetaryenim” diyen kurt siyasetçilerden farksızlar. İlk iş olarak sosyal devleti daha da buduyor, eşitsizliği sistematikleştiriyor ve siyasal kutuplaşmayı derinleştirerek bu yeni düzende iktidarlarını tahkim ediyorlar. Öfkeyi örgütleyip yatıştırmak yerine, onun üzerinden yeni bir tahakküm rejimi kurmaya çalışıyorlar.
Diğer yanda teknoloji oligarşisi var.
Dijital ağları kontrol eden bu şirketler, küresel düzenin yeniden inşasında sessiz ama kararlı bir biçimde ilerliyor. Ulus-devletlerin erişemediği vergi alanlarında at koşturuyor, dijital altyapıları özelleştiriyor, kamu kurumlarının yerine geçiyor, gözetimi algoritmikleştiriyorlar. Onlar bu kervana görece yeni katıldı belki ama tekelleşme sadece teknoloji devlerinin meselesi değil. Genel olarak ekonomik aktivitenin ister hukuki düzenlemeler yoluyla küresel seviyede, ister kayırmacı ittifaklarla ulusal düzeyde belli ellerde toplanması, emeğin pastadan aldığı payı pazarlık edemez hâle getirdi.
Eskinin yerini almaya çalışan yeni düzen, eşitsizlik üreten bir sistemin sadece bir versiyon değişimi. Ve bu değişimde, halkın değil, gücü elinde tutanların daha rafine yöntemlerle tahakkümü sürdürdüğü yeni bir dönem başlıyor.
2025 itibarıyla dünya genelinde askeri harcamalar tarihin en yüksek seviyelerine ulaştı. NATO’nun yeni hedefi, üye ülkelerin savunma bütçelerinin GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarılması. Ancak kamu bütçeleri sınırsız değil. Her yeni tank, her yeni füze programı; bir ülkede eğitimin, sağlığın ya da sosyal yardımların payından eksiltiyor. Bugün strateji belgeleri, kalkınma planları ve kamusal yatırımlar, yurttaşın gündelik ihtiyaçlarından çok jeopolitik rekabetin mantığına göre şekilleniyor.
Bu eğilim, sadece sosyal güvenceleri aşındırmakla kalmıyor; yurttaşın devlete duyduğu güveni zedeliyor, temsil krizini derinleştiriyor ve demokrasilere yönelik kitlesel hoşnutsuzlukların zeminini genişletiyor.
Artık biliyoruz ki ekonomik güvenlik, sadece enflasyonun düşük tutulmasıyla ya da dış ticaretin dengede olmasıyla sağlanmıyor. Ekonomi dediğimiz şey, bir ülkenin sadece rakamlarla değil, hangi yöne yürümek istediğiyle, ne üretip nasıl ayakta kalacağıyla ilgili bir meseleye dönüşmüş durumda. Bu da bizlere şunu gösteriyor: Ekonomik güvenlik, hem güçlü bir sanayi, sağlam altyapılar gibi “sert” araçlara; hem de iyi eğitim almış insanlar, toplumsal dayanışma ve dijital egemenlik gibi “yumuşak” güçlere aynı anda ihtiyaç duyar.
Türkiye açısından mesele yalnızca ihracat rakamları ya da döviz dengesi değildir. Gerçek ekonomik güvenlik; kamu yararını gözeten, stratejik sektörlerde kendi üretimini yapan, veri ve teknolojiye kendi sınırları içinde sahip çıkan, ve bunu yeşil dönüşümle uyumlu biçimde gerçekleştiren bir yaklaşım ister. Ama bu yetmez. Bu dönüşümün kalıcı olabilmesi için elimizde güçlü bir insan kaynağı olması gerekir. Gençlerin iyi eğitim alması, kadınların eşit biçimde üretime katılması, bilimsel ve yaratıcı becerilerin desteklenmesi, Türkiye’nin en kritik güvenlik yatırımına dönüşmüştür: insana yatırım.
Bu noktada dış politika ile ekonomi birbirine dokunur. Türkiye’nin bugün Batı’dan tamamen kopması da, BRICS gibi bloklara kayıtsız katılması da kendi çıkarına değildir. Tam tersine; Avrupa ile olan mevcut bağlarını koruyarak, ortak sorunlar etrafında benzer önceliklere sahip ülkelerle—örneğin göç, iklim krizi, yapay zekâ gibi konularda—esnek ve işlevsel işbirlikleri kurması, hem bölgesel liderliğini güçlendirir hem de dünyada daha fazla söz sahibi olmasını sağlar.
Böylesi bir yönelim, klasik kutuplaşmaların ötesinde, Türkiye’yi kriz çağında çözüm üreten bir ülkeye dönüştürebilir. Ekonomik güvenliğini sadece içe kapanarak değil; ortak akla, ortak çıkara ve vatandaşına doğrudan dokunan bir dış politika anlayışına yaslayarak inşa edebilir. O zaman dış ilişkilerde kurulan hayaller, sokaktaki yurttaşın refahıyla aynı masada buluşur.
Bugünün Türkiye’sinde mesele geçmişe aynı gözle bakmak değil; geleceğe aynı güvenle yürüyebilmektir. Mutabakat, ancak eşit hat ve ücret politikasının olduğu, bir gencin ev alabildiği, gelecekten korkmadığı, bir emeklinin ilaç faturasını rahatlıkla ödeyebildiği bir Türkiye’de kök salar.
Refahın görünür ama erişilemez olduğu bir düzende güven inşa edilemez. Büyümenin rakamları değil, sonuçları eşit dağılmalı. İnsanların kendini dışarıda değil içeride hissettiği bir sistem kurmadan, ne içeride barış ne de dışarıda itibar sağlanabilir.
Üstelik bu yeni mutabakat sadece içerideki adaletsizliklerle değil, dışarıdaki değişimle de yüzleşmeyi gerektiriyor.
Küresel dönüşüme gözlerini kapatan bir ülke, vatandaşına umut değil yalnızlık sunar. Özetle, refahın simülasyonu yetmez, toplumsal mutabakat gerçek paylaşım ister.
Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, ABD Başkanı Donald Trump’ın 23 Eylül’de (bugün) Birleşmiş Milletler Genel…
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu yıllık toplantılarına 21 Eylül’de başlarken 4 devlet daha Filistin devletini tanıdı:…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 22 Eylül 2025 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan kararl göre 2018 yılından…
Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) 21 Eylül Olağanüstü Kurultayında, kullanılan 917 oydan geçerli 835’inin tümünü alan…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, CHP lideri Özgür Özel’in, ABD Başkanı Donald Trump’ın oğlu ile İstanbul’da görüştüğü…
Türkiye bir saldırıya uğrarsa NATO Türkiye’yi ne kadar korur? Soruyu daha da açık, daha dar…