Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar ve ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başkan Donald Trump’ın gözetiminde 25 Eylül’de Türkiye-ABD enerji anlaşmasını imzaladı. (Foto: Cumhurbaşkanlığı)
Avrupa liderlerinin çoğunun Washington’da Trump karşısında sıraya girdiği, hatta kimi zaman küçük düşürücü sahneler yaşandığı bir dönemde, Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Rylül’de Beyaz Saray’da gördüğü sıcak ve saygılı karşılama, başlı başına önemliydi. Altı yıl aradan sonra Oval Ofis’in kapısından yeniden giren Erdoğan’ı Trump bu kez kırmızı halı, özenli bir protokol ve bol iltifatla ağırladı. Liderlerin ortak basın toplantısında verilen görüntüler de ikili görüşmeden sızan mesajlar da buzların çözülmeye başladığını gösteriyordu.
Elbette her şey kusursuz değildi. ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın “meşruiyet” vurgulu talihsiz çıkışı ve Trump’ın basın önünde ağzından kaçırdığı “seçim hilesi” sözleri bu olumlu havaya gölge düşürdü. Yine de genel atmosfer, son yıllarda alışık olmadığımız kadar yapıcı ve dostaneydi.
Fakat diplomasi yalnızca görüntü değildir. Asıl mesele, bu zirvede ne alındığı ne verildiği ve Türkiye’nin önüne hangi yeni fırsatlarla risklerin çıktığıdır. Bu buluşmanın önemi de tam burada yatıyor: protokolün ötesinde, enerji ve jeopolitik denklemimizi doğrudan etkileyecek stratejik kararların konuşulmuş olması.
Zirvenin enerji denklemleri bakımından en somut çıktısı, BOTAŞ, Mercuria ve Woodside Energy arasında imzalanan 20 yıllık, 43 milyar dolarlık LNG anlaşması oldu. Türkiye hâlihazırda ABD’den yılda yaklaşık 5 milyar metreküp LNG ithal ediyor. Yeni anlaşma bu hacmi üç-dört kat artırabilir ve toplam gaz ithalatımızın yaklaşık yüzde 20’sine kadar çıkmasını sağlayabilir. Bu, enerji arzında çeşitliliği artıracak ve tedarik güvenliğini güçlendirecek stratejik bir adım.
Ancak bunu “Rusya’dan kopuş” olarak okumak büyük hata olur. Çünkü enerji ithalatımızda Rusya hâlâ en ağır oyunculardan biri. Doğalgazda yaklaşık yüzde 40’lık, petrolde ise yüzde 30’un üzerindeki payını koruyor. Üstelik önümüzdeki yıl 16 milyar metreküplük gaz sözleşmesi yenilenecek ve aksi bir karar alınmazsa bu bağımlılık sürecek. Bu tablo karşısında ani bir kopuş ne ekonomik ne de teknik olarak mümkün. Gerçekçi senaryo, bu bağımlılığın önümüzdeki 10–15 yıla yayılan kademeli bir süreçte azaltılması yönünde.
İkinci önemli başlık, ABD ile yapılan küçük modüler reaktör (SMR) iş birliği. Bu, Türkiye’nin nükleer yolculuğunda yeni bir sayfa olabilir. SMR’ler çevreci, esnek ve yerli katkı oranı yüksek çözümler sunabilir. Ancak genellikle 50–300 MW aralığında kapasiteye sahip olduklarından, 4.800 MW’lık Akkuyu santralinin alternatifi değildir. Onu tamamlayıcı nitelikte bir teknoloji olarak görülmeli.
Zirveden hemen sonra Moskova’dan gelen sinyaller, bu yeni yönelimin ne kadar hassas dengeler üzerinde yürüdüğünü gösterdi. Rus yönetimi Türk şirketlerine çeşitli zorluklar çıkarmaya başladı, Akkuyu’da daha önce söz verilen ortaklıkların gerçekleşmesi için bastırıyor ve BOTAŞ’ın borçlarını ödemesi konusunda sabrını yitirebileceğinin işaretlerini veriyor. Bütün bunlar açıkça bir mesaj: “ABD ile fazla yakınlaşmanın bir bedeli olabilir.”
Rusya, yalnızca doğalgaz ve petrol tedarikinde değil, nükleer enerjiden turizme, tarımdan bölgesel jeopolitiğe kadar pek çok alanda Türkiye için kilit önemde. Akkuyu Nükleer Santrali tamamen Rosatom’un kontrolünde. Rus turistler turizm gelirlerimizin yaklaşık yüzde 13’ünü oluşturuyor. Tarım ihracatında en büyük pazar hâlâ Rusya. Suriye, Karadeniz ve Kafkasya gibi sahalarda da Moskova’nın rolü belirleyici.
Kısacası, Washington’a yönelirken Moskova’yı göz ardı etmek gerçekçi değil. Putin’in verdiği mesaj bir “ön uyarı” olabilir, ama denge kaçarsa daha sert karşılıklar da gelebilir.
Trump görüşmede açık konuştu: “S-400 meselesi çözülürse Türkiye yeniden F-35 programına dönebilir.” Bu yalnızca savunma sanayii için değil, enerji teknolojilerinde de yeni fırsatların kapısını açabilir. CAATSA yaptırımlarının gevşetilmesi hâlinde, ABD finans kuruluşlarının LNG terminalleri, hidrojen projeleri ve yenilenebilir yatırımlara desteği çok daha kolay olur.
Ama yine aynı soruya geliyoruz: Washington’a yaklaşırken Moskova’yı ne kadar karşımıza alabiliriz? Bu, önümüzdeki on yılın stratejik yol haritasını belirleyecek temel sorulardan biri olacak.
Bir diğer önemli başlık, Türkiye ve ABD’nin üçüncü ülkelerde birlikte enerji yatırımlarına yönelme iradesiydi. Suriye’de doğalgaz ve güneş santrali kurulması, iki yıldır durmuş olan Kürt petrolünün yeniden Ceyhan’a akması, Libya’da ortak hidrokarbon projeleri… Bunların her biri, Türkiye’yi sadece bir “geçiş ülkesi” değil, enerji diplomasisiyle bölgesel istikrar üreten bir aktör hâline getirebilir.
Ancak Washington’un asıl hedefinin Rusya’nın bölgedeki etkisini sınırlamak olduğunu unutmamak gerekiyor. Türkiye bu oyunun içinde yer alırken kendi kartlarını dikkatle oynamalı.
Tarihe baktığımızda, Ankara–Washington hattı her zaman dalgalı olmuştur. Bugün müttefikiz, yarın yaptırım listesinde olabiliriz. Bugün F-35 konuşuyoruz, yarın YPG desteğini tartışıyoruz. Trump’ın bugünkü yaklaşımı seçim atmosferinden, Çin ve İran dosyalarının ağırlığından ve İsrail’le kurulan yeni dengelerden besleniyor olabilir. Ancak yarın Beyaz Saray’da başka biri oturduğunda tablo tamamen değişebilir.
Bugün ılıman görünen hava, yarının fırtınalarına karşı bir sigorta değildir.
Türkiye’nin asıl gücü, bir tarafın arka bahçesi olmakta değil; iki taraf arasında denge kurabilme becerisindedir. “ABD mi, Rusya mı?” sorusu yanlış bir sorudur. Doğru olan, “Her ikisiyle de çıkarımıza dayalı ilişkileri nasıl sürdürebiliriz?” sorusudur.
Enerjide çeşitliliği artırmak elbette önemli. Ama bu, Rusya’yı dışlamak değil, bağımlılığı azaltmak anlamına gelmeli. ABD ile iş birliği değerli, ama Moskova’yı karşımıza almak pahasına olmamalı. Bu bir kopuş değil, yeniden dengeleme süreci olmalı.
Erdoğan–Trump zirvesi, Türkiye için yeni bir sayfa açabilir. Enerji, savunma, bölgesel iş birlikleri ve yatırım fırsatları açısından tablo umut verici. Ama aynı zamanda bu, ince bir ipin üzerinde yürümeyi de gerektiriyor.
Moskova’nın Türk şirketlerine yönelik adımları bu ipin ne kadar hassas olduğunu gösteren ilk sinyallerdi. Belki bu yalnızca bir uyarıydı. Belki de daha sert adımlar gelebilir. Bu yüzden Türkiye’nin önümüzdeki dönemde en akıllıca yapacağı şey, tek bir eksene yanaşmak değil; çıkar odaklı, esnek ve çok eksenli bir stratejiyle ilerlemek olacaktır.
Enerji artık yalnızca enerji değil; dış politikamızın omurgası, ekonomimizin can damarı ve jeopolitik gücümüzün en kritik aracıdır. Erdoğan–Trump buluşması bunu bir kez daha teyit etti.
Şimdi mesele şu: Bu yeni dönemi fırsata mı çevireceğiz, yoksa bıçak sırtındaki denge bozulacak mı?
TBMM Komisyonunun 4 Aralık toplantısı AK Parti-MHP ittifakının “Terörsüz Türkiye” sürecinin 2026 yılının ilk yarısındaki…
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha geniş bir coğrafyaya yayıldığını, bunun “çok korkutucu…
İçişleri Bakanlığı 2 Aralık gecesi 22.15te Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin 29…
Dün, 1 Aralık, Ankara’da “Ortak Geleceğe Birlikte Bakmak” başlıklı bir çalıştay vardı. Diyarbakır merkezli araştırma…
Barışın kaderi çoğu zaman masadaki teknik maddelerle, güç dengeleriyle ve takvimlerle açıklanır. Oysa eksik olan…
Avrupa’nın kuraklık haritası artık yalnızca meteoroloji raporlarında değil, uyduların yerçekimi ölçümlerinde de görünür durumda. Yirmi…