Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Bosna-Hersek dönüşü gazeteciler Ali Babacan’ın parti çalışmaları için istifasını sorunca “Bak Ali Bey” diye söze başladığını anlatmış. Ona ya partide danışmanlık, ya da “hatta daha ileri giderek” Özbekistan’ın yeniden yapılandırma “elemanlığı” teklif etmiş. Babacan “maalesef evet dememiş”.
Bu ifadeler Ankara’da muhakeme ve karar işleyişinin ciddi hasar aldığını gösteriyor.
Neden mi? Hiçbir güç sahibi, kaçınılmaz olanı durdurmaya çalışmak için ters yüz edileceği, dolayısıyla gücünü aşındıracak bir teklifte bulunmaz. Bu devlet yönetiminde de, şirket yönetiminde de örneğin öğrenci derneği yönetiminde de böyledir.
Yaptırımı olmayan güç kullanımı otoriteyi zayıflatır.
Babacan, Erdoğan’a “Yollarımız ayrılıyor” bildiriminde bulunmak, bir adım sonrasında kendisine ülke yönetiminde rakip olacağını nezaketen bildirmeye gidiyor ve “kal parti danışmanı ol” ve “seni –gözden uzak, sürgün niyetine- Orta Asya’ya göndereyim” teklifleriyle karşılaşmış. Yetmemiş, “ümmeti bölersin” kozunu oynamış Cumhurbaşkanı ve onda da reddedilmiş. Yetmemiş, bunu uçakta anlatmış.
Tabii birebir aynı sayılmaz ama bu durum bana Sovyetler Birliği 1991 sonunda yıkılmadan önce, 1990’ın son günlerinde İsrail’in ABD’ye verdiği bir istihbarat değerlendirmesini anımsattı; 1992’de yayınladığım “Ateş Hattında Aktif Politika” kitabımda yer vermiştim. ABD milyarlarca dolar harcamayla, 6 ay boyunca asker ve silah yığdığı Körfez bölgesinde Irak’a Kuveyt’ten çıkmazsa askeri müdahale tehdidinde bulunmuş, Sovyetlerin son Dışişleri Bakanı Eduard Şvardnadze de ABD’ye bunu aklından geçirmeyip derhal bölgeyi terk etme çağrısında bulunmuştu. İsrail bunun üzerine Moskova’da artık sağlıklı muhakeme yapılamadığı, Sovyet karar süreçlerinin çökme emaresi verdiği, çünkü Moskova’nın Soğuk Savaşın en keskin günlerinde dahi kaçınılmaz olan bir şeyi durdurmaya çalışıp kendi otoritesini hiçe saydırmamış olduğu değerlendirmesini yapmıştı. Vaşington Moskova’yı umursamadı, Irak saldırısı başladı, Sovyetler de birkaç ay sonra resmen dağıldı zaten.
Ankara’ya gelirsek, muhakeme ve karar işleyişindeki hasar saptamasını destekleyen bir örnek de seçimlere günler kala PKK lideri Abdullah Öcalan’dan HDP’ye “İmamoğlu’na oy verilmesin” mealinde bir mektup taşınmasıdır. Artık kimin parlak fikriyse, tamamen ters teptiği görüldü.
Gelelim Merkez Bankası kulisine
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’yı görevden almasına “faizleri indir dedim, indirmedi” gerekçesini göstermişti. Bu gerekçe zaten Erdoğan’ın 2018 yaz krizi ardından yaptığı Merkez Bankası bağımsızlığına dokunmama vaadinin resmen sonuydu. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının bağımsız olmadığını, herhangi bir devlet kurumu olarak görüldüğü Cumhurbaşkanı tarafından ilan ediliyordu. Ekonomi yorumcuları bu önemli gelişmeyi pek çok boyutlarıyla ele aldılar.
Ancak Erdoğan’ın Bosna-Hersek dönüşü söyledikleri bu konuda da yeni pencereler açacak, muhakeme ve karar işleyişini sorgulatacak türden. Demiş ki Cumhurbaşkanı;
• “MB Başkanının kendine has birçok tasarrufu olmuştur ve bu tasarruflar neticesinde ağır bedeller ödendi. Bu artık bir yere kadar katlanılabilirdi, çekilmez oldu. (…) Hazine ve Maliye Bakanım [başta] olmak üzere değerlendirmemizi yaptık ve burada bir değişikliğe gitmenin faydalı olacağına inandık.”
Aynı zamanda Cumhurbaşkanının damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı, hatırlanacağı üzere 8-9 Haziran tarihlerinde Japonya’da yapılan G20 ülkeleri Hazine ve Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları toplantısına, Japon makamlarının özel ricalarına rağmen katılmamıştı. Daha önce gideceği duyurulan MB Başkanı Çetinkaya’nın da o toplantıya katılmayışı, 11 Haziran’daki Para Politikaları Kurulu (PPK) toplantısı gerekçe gösterilerek açıklanmıştı.
Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin nefesini tutup 23 Haziran İstanbul seçim tekrarını beklediği günlerdi. Babacan’ın da Erdoğan ile seçime gidildiği günlerde, Haziran başında, G20 mâli zirvesinden önce konuştuğu artık biliniyor; tam olarak 30 Mayıs Perşembe günü. (*)
G20 liderler zirvesi AK Parti’nin seçim yenilgisi ardından, 28-29 Haziran tarihlerinde yapıldı. Albayrak, eşi ve çocuklarıyla Cumhurbaşkanına bu toplantılarda eşlik etti. O zirvede medya olarak gözümüz Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump ile yapacağı Rus S-400 füzeleri ve F-35 yaptırımlarından başka şey görmüyordu. Ama G20 ülkeleri, doğal olarak Türkiye’nin de onayıyla “Küresel Mali Sistemi Herkes İçin Çalışır Kılmak” başlıklı 100 sayfalık bir raporu, sonuç bildirgesi olarak kabul etti. Bu raporda, dünyanın bir sonraki ekonomik krizinin muhtemel nedenleri, kaçınma ve çözüm yolları ele alınıyordu.
Rapor, G20 sekretaryası tarafından dünyanın önde gelen 16 ekonomistine bir yıldan fazla zaman önce yazdırılmaya başlamıştı. Aralarında önceki Dünya Bankası, IMF yöneticilerinin, önceki merkez bankası ve hazine yöneticilerinin yer aldığı 16 isimden birisi de, Ali Babacan idi. Bu durum Erdoğan’ın canını daha da sıktı.
Ankara siyaset kulisinde konuşulan senaryolar arasında Erdoğan’ın Babacan ile konuşması sırasında ondan aldığı bazı bilgilerden yola çıkarak Çetinkaya’nın acaba Babacan ile görüşüp ona bilgi mi verdiği kuşkusu da var. “MB Başkanının kendine has birçok tasarrufu” ifadesinin altında böyle bir temas ihtimalinin de bulunduğu kuşkusu dile getiriliyor.
Özetle, zaten Erdoğan tarafından o göreve getirilen MB Başkanının, görev süresinin bitmesine on ay kala görevden alınarak Türkiye’nin kredi itibarını biraz daha zedelemesi için “faiz indirmedi” gerekçesi, tek başına inandırıcı bulunmuyor siyaset ve ekonomi çevrelerinde.
Dolayısıyla Çetinkaya’nın görevden alınma kararının da tepkisel ve duygusal olarak değerlendirildiği görülüyor.
Ümmet meselesi: sırada ne var?
Erdoğan’ın Ali Babacan’ı durduracağı inancıyla “ümmeti bölersin” kozunu oynaması birkaç açıdan önemli.
Birincisi, Cumhurbaşkanının, “millet” değil, “ümmet” sözünü kullandığını kendi ifadesinden öğreniyoruz. Ümmet sözüyle kastedilenin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olmadığı, Sünni Müslümanlar olduğu anlaşılıyor. Böylece Erdoğan, Babacan’a “Benden ayrılırsan Sünni Müslümanları bölmüş olursun” manevi yüküyle uyarıyor. Erdoğan’ın kendisini Sünni Müslümanların doğal lideri yerine de koyan bu uyarısı tutmadığı ve Babacan AK Parti’den istifa ettiği biliniyor.
İkincisi, Erdoğan 23 Haziran’da daha önce kendisine oy vermiş pek çok İstanbullu Sünni Müslümanın, CHP adayı İmamoğlu’na oy verdiği gerçeğini ya görmezden geliyor, ya kabul etmek istemiyor. Artık muhalif saflarda olan önceki AK Parti yöneticilerinden bir kaynağım, geçenlerde konuşurken “Bizim taban bir baktı, CHP’de de Kuran’ı kitaptan okuyan, namaz kılan birisi var. Daha önce “Bunlara oy vermek günahtır” söylemi böylece yıkıldı” demişti. Erdoğan’ın uçak açıklamalarıyla taşlar şimdi daha iyi yerine oturdu zihnimde.
Üçüncüsü, “ümmet bölündü” söyleminin de tutmadığı görüldükten sonra sırada ne var? Daha hangi koz oynanabilir? Ve ne için oynanacak, eğer ufukta Babacan liderliğinde, ya da Davutoğlu liderliğinde partiler kurulup AK Partinin oy tabanına ortak olmadan önce bir baskın seçime gidilmeyecekse?
Yıllar önce 1994 seçimlerinden önce Refah Partisi yöneticilerinden Oğuzhan Asiltürk bir mülakatımızda, “Kızdırmasınlar, çıkar Allah için oy isteriz, hiçbir şey yapamazlar” mealinde tehdit savurmuştu o dönemin merkez sağ ve sol partilerine. Artık o tür bir tehdidin yapılsa bile etkisinin o kadar büyük olacağını düşünmemek lazım.
Özetle, Ankara’daki muhakeme ve karar süreçlerinin 31 Mart seçim sonuçlarıyla hasar aldığı ve bu hasarın 23 Haziran İstanbul sonuçlarıyla daha da arttığını görmek için yeterli emare var önümüzde.
Ve bir de şimdi anladınız mı neden MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, artık Erdoğan’ın dahi apaçık savunmadığı, belki pişman olduğu ama söyleyemediği yüzde 50+1 modelini savunan tek siyasi kaldığını? Erdoğan neticede kendi koltuğunu korumak istiyor, Bahçeli ise Erdoğan’ın koltuğunu kendisine mecbur kalarak korumasını istiyor, bu onun siyasi için beka sorunu, fark orada.
(*) 18.24 itibarıyla güncellenmiştir.