Yine zor günlerdi. Bazen kapının önünde bir askeri jip durur, içinden bir astsubay inerdi. Neden geldiği belliydi, bazen ben açardım kapıyı.
Ben, Mamak Cezaevinin girişinde dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost’a dair belgeleri gidip Muzaffer Erdost Abilerden almaktan İran’dan kaçmış Halkın Mücahitleri lideriyle yapılmış mülakatı İngilizceden çevirmeye kadar ne iş olsa yapmaya gönüllü stajyer muhabirdim.
Mahmut Tali Öngören beni Reşit Galip Caddesinin dik yokuşunun sonunda, Japonya Büyükelçiliğinin karşısındaki iki katlı eve çağırmış, Bülent Ecevit’in girişimiyle 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından çıkarılmaya başlayan ilk haber dergisi olan Arayış’ın Yazı İşleri Müdürü Nahit Duru ve İstihbarat Şefi Baki Özilhan’a “İşte sözünü ettiğim genç” diye tanıştırmıştı. ODTÜ Makina Mühendisliğinin uzatmalı bir öğrencisiydim, darbe tarafından dağıtılmış Öğrenci Temsilcileri Konseyi üyesiydim, pek çok arkadaşım gördükleri işkenceler ardından hapse konmuştu, yani bela getirebilirdim. Ama gazeteci olmak istiyordum.
Nahit Abi sorularını sormuş, cevaplarını almıştı. Baki Abi’ye dönüp “Alalım bu genci” demişti, “İşe yarar”. Sonra yanına alıp ikinci kata çıkardı, Bülent Bey ile tanıştırdı. Böyle başladım mesleğe. Arayış bir okul gibiydi benim için. Dış politikaya Haluk Gerger bakıyordu, ben Baki abinin verdiği yazı ve muhabirlik işleri dışı da Haluk Bey’in asistanı gibiydim. Jülide Gülizar’ı tanıyordum zaten. Şükrü Sina Gürel ile, Ertuğrul Özkök ile, Şahin Mengü ile orada tanıştım, onlar -Ecevit başkanlığında yayın kurulu toplantısı yaparken, ben bir köşede ders izler gibi notlarımı alırdım.
İşte bazen o jip gelip durduğunda kapıya ben çıkardım. Astsubay sarı bir zarf uzatır, ben de aldığıma dair imzayı atar, zarfı içeriye, evin yazı işleri merkezine dönüştürülmüş geniş salonuna götürürdüm. O zarfta sansür listesi olurdu; Ankara Sıkıyönetim Komutanlığınca yayınlanmasına yasak getirilen haberler. Diyarbakır Cezaevinde ölümler, yasak; Manisa’da bir F-4 uçağı düşmüş, yasak; Avrupa Konseyinde Türkiye’deki insan hakları ihlalleri kınanmış, yasak.
Baki Abi kafasını iki yana sallayıp bir “Of” çeker, Nahit Abi dişlerinin arasından sunturlu bir küfür sallar, işimize devam ederdik. Dergi kapatılıp açılır, Ecevit yazdığı yazı nedeniyle Ulucanlar Cezaevine konur, Rahşan Hanım işlerin rayından çıkmasına izin vermez, Nahit Abi, Özkök’ün yazdığı Ecevit’in imzasıyla yayınlanacak başyazı taslağını Ulucanlar’a götürür, benim termodinamik sınavım, mekanizma sınavım geçer, işimize devam ederdik.
Perşembe akşamları önemliydi.
Derginin Cumartesi günü bayilere dağıtılması için Perşembe akşamı matbaaya teslim edilmesi gerekirdi.
Ama derginin sayfa düzenini, pikaj ve montajını yapacak arkadaşımız hastalanmıştı. O zaman bilgisayarda yapılmıyordu bu işler. Yazıların elektronik daktilo çıktıları, mumlandıktan sonra milimetrik kağıtlar üzerine maket bıçakları ve (cerrahların bistürisine benzeyen) kretuarlarla yerleştiriliyor, tahta kasa üzerine buzlu cam kaplı, içinde floresan ampuller dizili bir düzenek olan ışıklı masa üzerinde sayfaların montajı yapılıp ofset kalıplarına takılmak üzere filme gönderiliyordu.
Nahit Abi “İş başa düştü” dedi. Muhasebeden ulaştırmaya dek her işe koşan Bülent Makas “Hallederiz abi” dedi. Her Nahit Abi bana döndü, “Sen de yapabilirsin değil mi?” diye sordu. Yardıma ihtiyaç vardı ve benim lügatımda zaten yapamam diye bir sözcük olmadığını bilmiyordu. Ben de geçtim ışıklı masanın başına, aldım bir kretuar elime, hayatımda ilk defa ve onlara bakarak bir şeyler yapmaya başladım.
Bir kaç dakika sonra “Daha önce hiç yapmadın, değil mi?” diye suç üstü yakalamış bir ifadeyle sordu, Makas kıs kıs gülüyordu. “Evet, ama yapılmayacak bir iş de değilmiş Abi” dedim. “Tamam, tamam… Bak şöyle yapacaksın” diye telaşlı bir sabır içinde bir kaç püf nokta, bir kaç hareket gösterdi, “Benim dediklerimi yap, kafana göre yapma” diye tembihledi ve işimize koyulduk.
Biraz sonra beklenmedik bir şey oldu. Elektrikler kesildi. Jeneratör devreye girmedi, çünkü jeneratör yoktu. Dergi matbaaya yetişmeyecekti. Nahit Abi, daha sonra, bir 12 Eylül gecesi ona ertesi günü göstermeyecek son krizin sebebi olacak hastalığına yaklaştıracak bir sigara daha yaktı. Işık lazımdı.
Bülent Makas kayboldu, bir yerlerden kablolarla çıktı geldi. Kapının önünde derginin her işinde kullanılan Renault 12’nin farları söküldü, kablolarla uzatıldı, motor çalıştırıldı, ışıklı masaya da, montaj odasına da ışık oldu. İş bitmek üzereyken elektrikler geldi galiba, hafızam yanıltmıyorsa, ama başka türlü bitmezdi. Bir süre sonra 12 Eylülcüler tarafından tamamen kapatılacak olan Arayış’ın o sayısı da zamanında matbaaya yetiştirildi.
O zor günleri de yaşadı Nahit Abi, sonrakileri de. Mahkemeleri, işsizliği yaşadı. Kendisinden yaşlı, kendisinden genç meslektaşların hapishanelere konulduğunu, sonra çıkarıldığını, sonra tekrar konulduğunu gördü. Akciğerindeki sorun büyüdü ama o işi e devam etti; en son Tele-1 televizyonu Ankara Temsilcisi idi.
Vefat haberini uzakta aldım. Şimdi onu son yolculuğuna Kocatepe Camiinden uğurlarken dostlarıyla beraberiz.
Bizi neden anca acılar bir araya getiriyor?
Herkesin yüzünden ayrı bir gölge geçiyor.
Yine zor günler Nahit Abi, bilirsin.