Aslında biraz daha fazlası da var. Katıldığım uluslararası toplantılarda gerek daha önce tanıştıklarım, gerekse yeni tanışıp Türkiye’den geldiğimi öğrenenlerin sorduğu birkaç sabit soru var bu aralar. Münih Güvenlik Konferansında da bu durum değişmedi.
Birinci grup soru, Suriye ve Libya’da neler olduğu, Türkiye’nin hamlelerinin ne anlama geldiği, ABD ve Rusya arasında izlenen sarkaç siyaseti. Bu gayet doğal, çünkü bunlar dünya gündeminde de olan konular, Suriye krizi BM tarafından İkinci Dünya savaşından bu yana en ciddi kriz olarak tanımlanıyor.
İkinci grup soru özel olarak Osman Kavala’nın durumu ve ona bağlı olarak Türkiye’de insan hakları, sivil toplum ve gazeteci-yazarların yargılanmasına dair soruluyor. Ama özel olarak Kavala. Bu biraz şaşırtıcı, çünkü Güvenlik Konferansına gelen ve dünyanın siyasi, askeri, diplomatik gidişine etki eden insanlardan, hak ve özgürlüklerden çok güç ve üstünlük kurma siyasetiyle ilgilenmeleri beklenir. Soru soran Türkiye’nin müttefiki ülke yetkiliklerinden bazıları Kavala davasının 18 Şubat’ta görüleceğini de bildiklerine, gelişmeleri yakından izlediklerine tanık oldum. Gezi Davasında Kavala, Mücella Yapıcı ve Yiğit Aksakoğlu hakkında ömür boyu hapis cezası isteniyor. Eline silah almamış sivil toplumcuların silahlı kalkışma yoluyla hükümeti devirmekle suçlanmalarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Türkiye’yi de bağlayan tahliye kararına rağmen müebbet istemiyle cezaevinde tutulmasına hukuk devleti ölçüleriyle yaşayanların aklı pek ermiyor.
Üçüncü grup soru Ali Babacan’ın ne zaman parti kuracağı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a karşısındaki şansı ve bu minvaldeki iç politika sorunu. Babacan ve bağlantılı konulara geleceğim, ama önce Kavala ve benzeri davalar.
Kavala, Demirtaş, Gezi ve Büyükada
Osman Kavala’nın durumu Batı dünyasında Türkiye’deki sembol dava haline gelmiş görünüyor. Gerçi Batı dünyası da artık ne kadar “Batılı” olduğunu sorgulamaya başladı ama bu sorgulama, özellikle Batı Avrupa’da “Artık insan hakları ve çoğulcu demokrasi önemli değil, işimize bakalım” şeklinde değil, “Bu değerler yozlaştırılıyor, önlem alalım, kendimize gelelim” şeklinde.
Özellikle son duruşmada, Gezi protestoları sırasında dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ı tekmeleyen polislerden Mevlüt Saldoğan’ın ayağı incindiği için “mağdur” sıfatıyla tanık sayılması, mahkeme heyetinin değiştirilmesi gibi uygulamalar, belli ki dışarıdaki güvenlik ve diplomasi çevrelerince de izleniyor.
Selahattin Demirtaş’ın hem AİHM, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına göre tahliyesi öngörülürken hâla tutuklu yargılanması yakından izlenen bir başka örnek. AYM, Kavala’nın tahliye istemini reddederken, yurtdışına çıkma ihtimalini öne sürmüştü. Demirtaş bu ülkenin Cumhurbaşkanı olmak için adaylığını koymuş bir isim, şahsen bir yere gideceğini sanmam, ama sanki birileri onu hapiste tutarak siyaseten bir yerlere gitmesini önleyeceğini düşünüyor. (Demirtaş’ın Edirne Cezaevinde yazdığı “Leylan” romanı biraz siyasi-bilim-kurgu tadında, bitirince üzerine yazacağım; siyasetten engellenmek istenince, edebiyat kariyerinde ilerliyor.)
Bir de 19 Şubat’a gün verilen Büyükada davası var. Hatırlayacaksınız, Uluslararası Af Örgütü ve bağlantılı hak örgütlerinin Türkiye ve Türkiye dışından 11 temsilcisi 5 Temmuz 2017’de bir eğitim programı için toplandıkları Büyükada’da gözaltına alınmışlardı. Önce bir polis muhbirinin işgüzarlığı olarak başlayan soruşturma, havuz medyasında “Fethullahçı Terör Örgütünün dış bağlantıları” olarak köpürtülünce iş çığırından çıkmıştı. Aradan geçen sürede yapılan incelemelerde, başta Af Örgütünün o zamanki Türkiye’deki yöneticisi Taner Kılıç olmak el konulan telefonlarında iddia edildiği gibi Fethullahçıların kullandığı By-lock yazılımı olmadığı anlaşıldı. El konulan bilgisayarlarda da hükümeti devirme tertibine dair yazışmalar değil, insan hakları davaları ve kampanyalara dair yazışmalar olduğu da ortaya çıktı. Buna rağmen Kılıç dahil bir kısmının tutuklu yargılandığı davada, haklarında 15 yıla kadar hapis isteniyor.
Hukuk devleti? Tatmadım, bilemem ki…
Hukuk devleti, sanırım mahkemelerin adalet dağıttığı ve kimsenin uygulamalardan muaf olmadığı, kanun devletinin bir aşama ilerisindeki bir devlet şekli. Tatmadım, bilemem ki. Anayasamızda öyle yazmasına rağmen 35 küsur yıllık meslek hayatımda gerçek bir hukuk devleti olamadığımıza dair binlerce örnek gördüm, üzerine haber yaptım, yazı yazdım. Ama bunun sadece mahkemelerle ilgili olmadığını da gördüm.
Bu kanım geçenlerde Münih’te konferans binasına girerken geçtiğimiz üst araması sırasında pekişti. Sıraya girmiş bekliyordum. Aralarında iki yıldızlı bir Alman generalin de bulunduğu bir grup devlet görevlisi güvenlik noktasına yaklaştı. “Eyvah” dedim içimden; “Şimdi bunlar öne geçecek, biz biraz daha bekleyeceğiz”. Bir yandan da “Neyse, üstleri filan da aranmaz, çabuk geçerler, biter” diyordum.
Öyle olmadı. Sıraya girdiler. Sıra ilerledi. Tümgeneral de herkes gibi çantasını, cep telefonunu, çıkardığı üniforma ceketini güvenlik cihazının bandına bıraktı. Ben bir köşede takdirle izlerken, general geçerken cihaz öttü. Hiç sorgulamadan kollarını iki yana açtı ve Afrika göçmeni bir polis memurunun elindeki detektörle üzerini aramasına yardımcı oldu. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” gibi hödüklüklere kalkışmadı. Sonra üniformasını giydi ve yanındakilerle birlikte sohbet ederek nükleer silahların kontrolü konulu oturum salonuna doğru ilerledi.
Hukuk devleti sanırım biraz da böyle bir şey.
18 Şubat duruşmasında Kavala, Yapıcı, Aksakoğlu ve arkadaşlarının, 19 Şubat duruşmasında Taner Kılıç ve arkadaşlarının ceza almadan, beraat ederek ayrılmalarını diliyorum. Türkiye’yi güçlendirecek olan budur.