Üç ay süren bombardımandan sonra taş üstünde taş kalmayan Stalingrad’dan, Nazilerin “doğu kölesi” olarak çalışma kamplarına doğru yaya yola çıkarılan, savaş içindeki Rusya’yı ve Avrupa’yı çeşitli “mucizeler” sonucu hayatta kalarak geçebilen bir annenin kızıyım. Annemin bu epik yolculuğunun çeşitli parçalarını, bazılarını defalarca, dinleyerek büyüdüm. Büyük, kaotik bir örgütlü kötülük olan savaşın insan hayatlarını parçalamasını ve buna karşı bu hayatların birer parçasını olsun korumaya, onarmaya çalışan ufak insanların kahramanca fedakarlıklarını. Annem bir keresinde, savaş ilginç bir şey demişti. Birçok insanı kötü, çok kötü yapar, ufacık canlarını kurtarmak için inanılmaz bencillikler sergilerler. Ama bir de bakarsın, aynı savaş bazı insanların içinden de büyük bir iyilik çıkarır, son dilim ekmeklerini bir yabancıyla paylaşır, ilk kez karşılaştıkları birini kurtarmak için kendilerini riske atarlar. İçinde bulunduğumuz pandemi de birçok kereler bir savaşa benzetildi. Görünmez bir düşmana karşı topyekûn bir savaş. Ama gerçekten topyekûn bir savaş mı? Yoksa cephe parçalanmaya hazır, ya da çoktan parçalanmış mı?
Mart ve Nisan ayı boyunca Covid salgınının merkezi olan Avrupa’da birçok ülke, bugünlerde “normalleşme” yönünde adımlar atıyor. Bütün bu normalleşme tartışması “yeni normal” üzerinden yapılıyor, zira Koronavirüsün kökü kazınmış değil, sadece bulaşmanın hızı, ülkeden ülkeye değişen düzeylerde baskılanmış durumda. Uzmanlar, nihai normalleşme için çeşitli tahminler yapıyor; virüsün mutasyona uğrayıp uysallaşacağını, artan sıcaklıklarla (yaşasın iklim krizi!) önemsizleşeceğini ileri sürenler de var, ama bunlar azınlık. Büyük çoğunluk ancak bir aşı, ya da önleyici tedaviyle birlikte hastalığın mekanizmasının daha iyi anlaşılıp, bilimsel olarak etkinliği kanıtlanacak tedavilerin geliştirilmesiyle nihai normalleşmenin sağlanacağını düşünüyor. Aşı, önleyici tedavi, gelişkin yeni tedaviler… İnsanlığın büyük çoğunluğunun naifçe kurtuluş olarak gördüğü bu alternatifler, bazı kurumlar, şirketler, bilim ve teknolojiyle uğraşan gruplar ve politikacıların gözlerinde dolar işaretlerinin çakmasına neden oluyor. Milyarların korktuğu, “alıcısının” yine milyarlar olacağı nadir maddeler… Korkuyu ve ölümü altına dönüştüren simya formülleri… Kim bulacak, kim patentleyecek, kim üretecek, kim dağıtacak?
Avrupa ve ABD’deki salgının başlarında Amerikan Başkanının, “abartılacak bir şey değil, bir tür grip” yorumu ile Almanya’da koronavirüse karşı bir aşının öncülünü geliştirmiş CureVac şirketinin araştırma faaliyetlerini ABD’ye taşıyıp, “yalnızca ABD” için çalışması karşılığında büyük paralar önermesi arasında yalnızca iki hafta vardı. Almanya’nın şiddetli tepkisiyle bu girişim önlendi, ama Çin, İngiltere, Almanya ve araştırma altyapısı izin veren hemen bütün ülkelerin kendi önleme ve tedavi yöntemleri üzerinde çalıştığını biliyoruz. Avrupa’daki politikacılar, ABD başkanı gibi doğrudan “yalnızca kendi ülkeleri” için üretimden bahsedecek kadar cüretkâr değiller, diğerlerine de yardım edeceklerini söylüyorlar, ama örneğin İngiltere 17 Mayıs tarihinde AstraZeneca şirketi ile Oxford Üniversitesi ve Londra Halk Sağlığı ve Tropik Tıp Okulu arasında kurulan ortaklıkla üretilebilecek aşının ilk 30 milyon dozunun, altını çizerek, “öncelikle” İngiltere’de kullanılacağını duyurdu. Açıklamada, bu öncelikten sonra aşının ne kadarının, hangi koşullarla diğer ülkelere verileceğinin detayları yoktu.
Ülkelerarası bu pek de gizli olmayan savaş sürerken araştırma ve teknoloji grupları, ilaç şirketleri çoktan sahadalar. Her grup öne çıkabilmek için, hızla bir araya getirdikleri, çoğu kabul edilebilir metotları izlemeden elde edilmiş verilere dayalı spekülatif sonuçlara varan makaleleri, salgın koşullarını da bahane ederek, akran bilim insanlarının değerlendirmesinden geçip bilimsel dergilerde yayınlanmadan, doğrudan basına sızdırıyor. Bunlar zaten ürkmüş durumdaki milyonların kafasını daha da karıştırıyor. Ne gam, önemli olan büyük yarışta ön saflarda görünüp dikkat çekmek, araştırma bütçelerinden daha büyük pay kapmak, ya da diplere vurmuş hisse senetlerinin değerini arttırmak. Bu savaşın önümüzdeki haftalar ve aylarda daha da kızışacağını göreceğiz.
Pandemiyi sonlandırmak için gerçekten de birçok dünya hükümeti, dar gelirli, gelirsiz insan, zaten son derecede örgütlü olan kâr odaklı grupların ve şirketlerinin kapısında mı bekleyecek? Birkaç milyon doz aşı, ya da ilaç için yalvaracak, zaten dar olan bütçelerinden kaynak ayırmaya çalışacak, ya da süregiden hastalık ve ekonomik yavaşlığa mı mahkûm olacak? Bizatihi globalleşmenin tetiklediği bu pandeminin sonunda, esas kazançlı şimdiye kadar globalleşmenin gücüne güç kattığı odaklar mı olacak?
Yakın tarihimizde, zengin ülkelerde, parası olanlar için ölümü önlediği bilindiği halde yoksulların uzun yıllar boyunca ulaşamadığı bir tedavi örneği var. Doksanlı yıllarda, son büyük salgınlardan birinde, AIDS tedavisi böyleydi. AIDS belirtilerinin ilerlemesini, hatta ortaya çıkmasını önleyen ilaçlar bulunmuş ve zengin ülkelerde satışa çıkmış, bu ülkelerde AIDS kronik bir hastalığa dönüşmüştü. Ama orta ve düşük gelir düzeyindeki ülkelerde yaşayan milyonlarca hasta için bu tedaviler yıllık ortalama on bin dolardan başlayan maliyetleriyle hayal bile edilemez durumdaydı. Doksanların başında Dünya Sağlık Örgütüyle endüstri arasında süren görüşmeler, endüstrinin düşük gelir düzeyindeki ülkeler için fiyat kırılması konusunu görüşmek bile istememesiyle sürüncemede kaldı. Ta ki AIDS aktivistlerinin New York borsasında işlemleri durdurmaya varan kızgın eylemleri, kendi hastaları için ilaç bulamayan Brezilya, Tayland ve Güney Afrika gibi hükümetlerin protestoları, ve Birleşmiş Milletlerin bir belgesinde, pek alışılmadık açıklıkta bir dille, ilaç şirketlerini, kendi kârları için hastaların hayat kurtarıcı ilaçlara ulaşmalarını engellemekle suçlaması, hepsi hep birlikte ilaç şirketlerini, AIDS tedavisinde kullanılan ilaçları orta ve düşük gelir grubundaki ülkelerde çok daha ucuz bir fiyatla satmaya ikna edene ya da zorlayana kadar. Arada geçen on yılda milyonlarca çocuk, kadın ve erkek çoktan tedavi edilebilir olmuş bir hastalık yüzünden öldüler.
Yakın geçmişteki bu tecrübenin de etkisiyle, 15 Mayıs’ta Kosta Rika ve Şili Devlet Başkanları, Dünya Sağlık Örgütüyle birlikte tüm ülkeleri, akademiyi, şirketleri, araştırma kurumlarını, uluslararası iş birliği kuruluşlarını küresel sorumluluğu ve gönüllülüğü esas alan bir Covid-19 teknoloji havuzu kurmaya çağırdı. Aşı dahil önleyici ve tedavi edici ilaçların geliştirilmesini ve kamu malı olarak gereksinimi olan herkese ulaştırılmasını hedefleyen bu platformda bütün veriler, bilgi ve fikri mülk sayılabilecek buluşlar herkese açık bir şekilde bir araya getirilecek. Kosta Rika başkanı Alvarado bu önerinin bir dayanışma önerisi olduğunu söyledi.
Diğer bir yandan dünyanın en büyük sivil toplum kuruluşlarından Oxfam ve UNAIDS (Birleşmiş Milletlerin AIDS ile uğraşan ajansı) aşı dahil geliştirilecek her türlü tedavinin patent ve fikri mülkiyet yasalarının sınırları içine hapsedilmemesi için bir çağrı yaptı.
Bunlar ilk adımlar, başarılı olurlar, olmazlar. Olmazlarsa yenileri gelir. Umalım bu savaş, çok sayıda insanın “içindeki iyilikleri ortaya çıkarır”. Çözümlere insafsız rekabetten çok paylaşma ve dayanışmayla ulaşılır ve ürünlerden herkes yararlanabilir. Zira Dünya Sağlık Örgütü Başkanı Dr. Tedros Ghebreyesus‘un sözleriyle bu pandemide “hepimiz güvende olana kadar hiç birimiz güvende değiliz”.
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…
Esad gitti ama bence Suriye için en çetin meydan okuma yeni başlıyor. İsrail, ülkenin tüm…