Pandeminin yarattığı yeni koşullar, uluslararası politikanın değişim hızını daha da arttırmışa benziyor. Bu doğrultuda Avrupa Birliği’nin ilke olarak 9 Mayıs 2020’de başlayacakken Eylül’e ertelenmiş olan Avrupa’nın Geleceği Konferansı global denge arayışlarının bir diğer önemli sürecine işaret ediyor. AB’nin kuruluşundan bu yana 6’lardan bugün 27’lere ulaşmış olmasının işlevsel olarak hem içerde hem de dışarıya yansımasında önemli sancılara, sorunlara, zafiyetlere yol açtığı biliniyor. Vatandaşların güncel yaşamlarına dokunmaktan uzak, binlerce memurun çalıştığı teknokrat yapıların, AB fikir ve kimliğini yönetilenlerden gittikçe uzaklaştırdığı ve yabancılaştırdığı da bir gerçek.
AB’nin itici gücü Almanya ve Fransa’nın öncülük ettiği Konferans, ilke olarak 2022 yılına kadar sürecek ve ortaya çıkacak mutabakat 2024 yılında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçmenlerin de onaylarına sunulacak. Amaç, BREXİT sonrası AB’nin derinlemesine reforme edilmesinin imkânlarını yaratmak. Gerektiğinde Sözleşmeler de dahil Kurumsal mimarinin de ele alınacağı bu sürekli Konferans AB Konseyi, Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, ulusal parlamentolar, sivil toplum kuruluşları, vatandaşlar, gençler ve yerel yönetimlerin karşılıklı etkileşimi ile yürütülecek çok katılımlı ve katmanlı bir süreç olacak.
Konferans iki eksen üzerinde geliştirilecek. Birinci eksende öncelikli olarak; vatandaşlarla diyalog, AB’nin öncelikleri, iklim değişikliği, çevre sorunları, insanlara hizmeti önceleyen ekonomi, sosyal eşitlik ve hakkaniyet, Avrupa’nın dijital değişimi, Avrupa değerlerinin yükseltilmesi, Avrupa’nın dünyadaki yerinin güçlendirilmesi ve Birliğin demokratik temellerinin güçlendirilmesi gibi konular ele alınacak. İkinci eksende ise demokratik süreç ve parlamento seçimleri dahil kurumsal sorunlar ele alınacak
Avrupa Parlamentosu 15 Ocak 2020 günü aldığı kararla Konferans sürecini kendisi açısından şekillendirdi ve 19’uncu maddesinde şu hükme yer verdi: “Konferans Avrupa’nın geleceğine ilişkin müzakerelere AB’ye katılmaya aday ülkelerin temsilcilerinin iştiraklerini sağlamaya yönelik imkânları araştırmalıdır.”
Konferans hazırlıklarıyla beraber başta Fransa olmak üzere belirli çevrelerde Türkiye’nin konumunun tartışılmaya başlandığına şahit oluyoruz. (1) Bu tartışmaların fitilini ateşleyenler 2007 Lizbon Konferansı ve sonrasında olduğu gibi genellikle -ve daha çok “iki yüzlü” diye tanımlanacak Sarkozy tipi- popülist siyasetçilerin de yelkenlerini şişirdiği, tutucu Katolik düşünce taraftarları oldu. Bunlar için Avrupa; dili Grek, hukuku Roma, etiği Judeo-Katolik olan bir kimliktir. Bu tutucu inanç, Avrupalı dedikleri grup ve ülkelerin 1945 yılına kadar birbirlerini asırlarca hunharca boğazladıklarını unutur görünmektedir. Buna karşın, Vaclav Havel’in de öncülerinden olduğu önemli bir “seküler hümanist” düşünce akımı ise Avrupalılığı Aydınlık döneminin ön plana çıkardığı “akılcılık” çerçevesinde zamanla şekillenen, insan odaklı değerlerin benimsemesi ile oluşan Sözleşmelere dayalı anayasal bir kimlik olarak değerlendirmişlerdir. Bugün bir Türk veya Müslüman kimlikli birisine karşı girişilen herhangi bir eylemi telin için sokakları dolduran binlerce insan işte bu değerlere inanan Avrupalılardır.
Dış politika açısından yaklaşınca, AB’nin tam bir dağınıklık içinde olduğu ayrı çarpıcı bir gerçek. Soğuk Savaş döneminde, SSCB’ye karşı sırtını ABD’ye dayamış olarak güvenliğini sağladı. 1990’lı yıllarda Savunma ve Güvenlik Kimliği başlığı altında bitmez tükenmez teorik tartışmalar yaşadı. Çin’in bütün dengeleri zorladığı bugün, 2018 rakamlarıyla GDP’si 18,8 trilyon dolar olan AB, GDP’si 1,6 trilyon dolar olan Rusya Federasyonu karşısında savunması için hala Amerikan askerlerinden medet umabiliyor.
Aynı şekilde AB’nin kurucusu ve motörü olmakla öğünen Fransa gibi bir ülke, General De Gaulle’ün tarihi 1968 Ankara ziyaretinde Kıbrıs için – jeopolitik uzgörüşü ile- en iyi çözümün iki devletin kurulmasından geçtiği söylemini unutup – Kıbrıs Rum Yönetimi’nin peşine takılıyor. Suriye’de marjinal oluşumlarla ilişkiye girerek veya Libya’da Hafter’in peşinde koşup sadece Türkiye’yi değil, bu sonuncu olayda aynı zamanda AB’nin kurucu ortağı İtalya’yı bile bertaraf etmeye çalışabiliyor.
Aynı şekilde, ekonomik dev Almanya da uluslararası düzlemde aktif sayılabilecek herhangi bir rol üstlenmekten kaçınmaya devam ediyor. Böylece, kurumsal düzeyde harcadığı büyük kaynaklara rağmen AB’nin global düzeyde etkin bir aktör olma özlemini yerine getirmesi mümkün görülmüyor.
Türkiye’nin Avrupa serüveninin 1958 Ankara Anlaşması ile başladığı yakın dönem gerçeği olmakla beraber, tarihsel olarak topraklarındaki çağlar ötesi yaşanmışlıklar yanında, Avrupa’ya yönelişinin tarihi bir süreç ifade ettiğini de unutmamak gerekir. Daha sonra “Çağdaş Medeniyet” simgesi olarak Avrupa Aydınlanmasının akılcılığını Cumhuriyetin en önemli kurucu değerleri arasına koyan Atatürk ve arkadaşlarının bu bağlantıyı Cumhuriyetle eşdeğer kıldıkları bir diğer gerçek. Bir diğer değişmez gerçek de Avrupa coğrafyası ile Anadolu arasındaki tarihsel karşılıklı jeopolitik etkileşimdir.
Pandemi çıkışında dünyanın Çin’in temsil ettiği tekno-otoriterlikle, insan haklarına dayalı rejimler arasında- dijital alandaki gelişmelerin de tetiklemesiyle- jeopolitik bir ayırışıma gitmesi güçlü ihtimal olarak ortaya çıkıyor. Türkiye istese de istemese de kendisini böylesine bir yol ayırımında bulacak ve artık bu noktada sürekli yön değiştiren “sarkaç” diplomasisi işlevsiz kalabilecektir.
Böylesine çalkantılı bir dünyada Türkiye Cumhuriyetin kurucu değerlerini ve coğrafyasını jeopolitik açıdan – geleceğin her türlü çalkantısından koruyabilmek amacıyla- kalıcı biçimde sabitlemek durumundadır. Bu çerçevede Avrupa’nın geleceğine dönük Konferans önemli bir fırsat yaratabilir. Kimlik tanımlanması güçlendirilmiş AB ile geleceğe dönük güçlü kalıcı stratejik ilişkiler; Türkiye’nin global etkinliğini arttıracağı gibi, bütün ve özellikle özgül ağırlığının olduğu coğrafyalarla eşit, barışcıl ilişkilerinin daha da önünü açacaktır. Bu gelişme AB’nin global etkin bir aktör olma niteliği kazanmasına önemli katkılar yapacaktır.
Bunun için Avrupa’nın edilgen değil, oluşumuna felsefi, kültürel, siyasi, jeopolitik, güvenlik, savunma ve kimliksel alanlarda aktif ortağı olmak gerekiyor. Başta – günlük siyasi çatışmaları bir tarafa bırakacak – bütün siyasi partilerin, STK’ların, üniversitelerin, her türlü kurum ve kuruluşlarımızın katkılarını örneğin bir Forum’da şekillendirip, Avrupa’da başlayan bu tartışmalara pozitif katkıda bulunması ve böylece ilişkilerimizde yeni bir fırsat penceresi yaratılması tarihsel bir sorumluluk olarak ortaya çıkıyor. Bu çerçevede AB ülkelerindeki diyasporanın sanat, kültür, akademia ve siyaset alanlarındaki entellektüel birikiminin de önemli bir etkileşim rolü üstlenebileceği hatırlanmalıdır. Böylesine güçlü bir kamuoyu mesajını ve desteğini arkasına alacak Türk diplomasisinin başarıya ulaşması daha da kolaylaşacaktır.
Bu sürecin kazanımlarının kesişeceği 2023 senesi, kuruluşunun 100. Yılını kutlayacağımız Cumhuriyetimizin geleceği açısından da ayrı bir anlam kazanmış olacaktır.
(1)Esprit. L’Europe d’apres. Mai 2020
ABD’nin seçeceği 47’inci Başkan, Türkiye’nin 12 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışacağı 5’inci Başkan olacak. AK Parti…
İçişleri Bakanlığı 4 Kasım sabahı Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü, Batman Belediye başkanı Gülistan…
Karl Marx’ın meşhur sözüdür: tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekrarlanır. CHP’li İstanbul Büyükşehir…
ABD’nin Orta Doğu’dan da sorumlu Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) 1 Kasım’da gönderileceği duyurulan ilk B-52 stratejik…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…