Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Avrupa Birliği’nin (AB) 70’inci kuruluş yıldönümü münasebetiyle 9 Mayıs tarihinde AB’ne bir mektup göndermesi ve mektubunda korona virüsüyle mücadele kapsamında birlik olma daveti yaparak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği için de çağrıda bulunması, üzerinde önemle durulması gereken bir gelişme. Cumhurbaşkanı, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen AB’ni stratejik hedef gördüğümüzü belirtiyor ve “Birliğe tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız” ifadelerini kullanıyor. Aynı mektubunda Türkiye’nin tam üyeliğinin “ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal katkılarının yanı sıra Birliğe daha katılımcı ve kucaklayıcı bir vizyon kazandıracağını” ifadeyle, “Dönem her alanda güçlerimizi birleştirme dönemidir” diyor. Cumhurbaşkanı’nın mesajı AB’nin geleceğine yönelik tartışma çerçevesine ulaşan bir mesaj olarak da görülmeli.
Avrupa’nın Geleceği konusunda önümüzdeki Eylül ayında Brüksel’de büyük bir Konferans toplanacak. 2022 yılına kadar sürmesi beklenen bu Konferans’ta belki de 21’inci yüzyıl Avrupa’sının mimarisinin belirlenmesi yönünde tayin edici adımlar atılmış olacak. Türkiye, AB üyesi olsa da olmasa da ticaretten turizme, yatırımlardan el emeğine ve eğitimden güvenliğe kadar hemen her alanda var olan karşılıklı bağımlılığımız bizi Avrupa ile verimli ilişkiler içinde olmaya zorluyor.
Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren AB ile katılım müzakerelerine başlamış olan bir aday ülke. Fakat müzakereler fiilen durmuş vaziyette. Ama hukuken devam ettiği için “katılım ülkesi” (accession country) statüsü hâlâ geçerli. AB Konseyi tarafından müzakerelerin sona erdiğine dair alınmış bir karar yok. Şayet öteki aday ülkelerin bu Konferansa iştirak etmeleri yönünde AB tarafından bir karar alınacak olursa Türkiye’nin katılım ülkesi sıfatıyla bu kararın dışında bırakılması hukuken ve siyaseten mümkün değil. Tek istisna bizzat Türkiye’nin anılan Konferansa katılmak istememesi halinde ortaya çıkar. Ne var ki, Türkiye eğer bu Konferansa ilgi göstermez ve Avrupa’nın geleceğine ilişkin tartışma ve gelişmeleri gündeminden düşürürse, bu Konferans için bir davet almayacağımıza muhakkak nazarıyla bakabiliriz.
Evet, kamuoyu yoklamalarında AB üyeliğini isteyenlerin oranı hâlâ yüksek çıkıyor. Bununla birlikte, üyeliği isteyenler dahil, hemen herkes “bizi almazlar” sloganına hala takılı. Üyeliğin gerçekleşebileceği hususunda hiç kimse umutlu değil. Bu nedenle bu konuda kimse konuşmuyor. Aşılması gereken sorunlar etrafında dahi tartışma zemini giderek AB boyutunda yer almamaya başladı. Avrupa konusu da böylece gündemimize girmiyor. Bu durumda ise “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olabileceğine Avrupa’da ve Türkiye’de artık kimsenin ihtimal vermediği” yolundaki kanaat kıtada perçinleşiyor (1).
Oysa AB ile ekonomik, siyasi ve stratejik ilişkilerimiz, 21’inci yüzyılda, Çin gibi otoriter bir teknolojik/ekonomik/askeri devin gölgesinde şekillenmekte olan dünya dengeleri içinde giderek alternatifsiz bir nitelik kazanabilir. Ülkemizin dış politikada Doğu-Batı arasında sarkaç siyasetini sürdürmesi (3) artık daha güç olacak. Türkiye kısa zaman içinde iki dünya arasında kararsızlığı terk etmeye ve erişilebilir bir vizyon belirlemeye mecbur kalabilir. AB’ye üyelik perspektifini devam ettirmek istiyorsak, bu yönde umudu yaşatmamız gerekiyor. Bu da yurt içinde Avrupa ile ilişkilerimize ilişkin tartışmayı canlandırmakla olur. Birliğe katılma irademizi yurt içinde kendimiz gündeme getirmezsek bunu yurt dışında kimse dile getirmeyecek. AB’ye katılım perspektifini kendimiz içerde tartışmıyoruz diye bu sorunsal kaybolmuş değil. Perspektif yerinde duruyor. Coğrafya, tarih, ticaret ve kültür Avrupa ile ilişkilerimizi ilelebet devam ettirecek. Ama bu kere masada oy hakkına sahip eşitler arası bir ilişki şeklinde değil. Birliğin bir tampon ülkesi olmaya devam ederek.
Başka deyişle, kapı henüz kapalı değil. Ama kapanırsa, bir daha istesek de açılmaz. Açıkken, perspektifin devamını sağlamak bize düşüyor. Bunun yollarından biri Avrupa bütünleşme projesini tartışmak, katkımızı vermek. Projeyi tartışmadan projeye katılmak istemek sonuç vermiyor. Dış politika alanında bir defa yanlış yapılırsa bu hata büyük bedel ödemeden geri döndürülemiyor. Yunanistan 1970’li yılların sonunda Avrupa Topluluğu’na katılma başvurusu yaptığında Türkiye’nin de Yunanistan’ın katılması kesinleşmeden ayni başvuruyu yapması yolunda Topluluktan gelen telkinleri o zaman Ecevit Hükümeti yeterince değerlendirememişti. Bu yanlışlığın bedelinin yıllardır ödüyoruz.
Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta gönderdiği AB mektubu ve içerdiği ifadeler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma konusunda gönüllü iradesini koruduğu yolunda en yüksek karar merciinden sadır olan güçlü bir mesaj. Elbette önemli reformlar gerekiyor. Türkiye’nin inandırıcı somut adımlar atması öncelik taşıyor. Ancak bu mesaj aynı zamanda hem siyasete hem basınımıza hem sivil topluma hem de akademik camiaya, Avrupa bütünleşme projesini tartışma fırsatının zeminini de beraber getiren yeni bir tartışma alanı açıyor. Bu fırsatı değerlendirebilirsek son yıllarda giderek daralan gündemimizi genişletebilir ve zenginleştirebiliriz.
Ne var ki, en yüksek düzeydeki bu güçlü mesaj dahi ülkemizde 9 Mayıs’tan bu yana geçen üç haftadan bu yana AB konusunu siyaset, diplomasi ve sivil toplum düzeylerinde ülke gündeminin öncelikli konuları arasına yerleştirmeye kâfi gelmemiş görünüyor. Kamuoyumuzun bu ilgisizliği, Türkiye’yi yakından izleyen Avrupa Birliği’nin, uluslararası çevrelerin ve basının dikkatini çekiyor ve ülkemizin Avrupa’daki yeri üzerinde olumlu ve aktif bir davranış göstermelerini doğallıkla cazip kılmıyor.
AB ve Birlik içinde yerimizi, eksileriyle artılarıyla kamu oyumuzda ilgi toplayan ve karşılıklı suçlamalara savrulmasına izin vermeyen, canlı ve sürekli bir tartışma haline getirebilmek gelecek kuşaklarımıza karşı şimdi taşıdığımız bir sorumluluk. Böyle bir tartışmayı yönlendirecek en yetkili kurum şüphesiz bizzat devletimizdir. Avrupa bütünleşme projesi AB’de sivil toplum düzeyinde de yoğun tartışılıyor. Türkiye’de de bu tartışmaları sivil toplumda en etkili şekilde örgütlemeye yetkin ve yıllardır AB konusunda deneyimli ve içerde dışarda saygın köklü düşünce kuruluşlarımız var. Avrupa projesi sadece elitlerin tekelinde olamaz. Yarınlarımızı da ilgilendiren bu tartışma, gençlerimizce sahiplenirse ve kadın erkek, geleneksel veya laik ve sağ veya sol düşüncede olan tüm siyasi sosyal kesimlerimizi kucaklarsa yurt içinde ve dışında anlam kazanabilir. Türkiye, hâlâ stratejik hedef olarak gördüğümüz Avrupa’nın geleceği tartışmasına katkısını getirmelidir. Avrupa Projesinin güçlendirilmesinde Türkiye-AB birlikteliğinin geniş bir coğrafyanın geleceğinin inşasındaki gücünü ortaya koyabilme zamanıdır.
(1) L’Europe d’après. Pour un nouveau récit de l’élargissement, Jacques Rupnik, Lukas Macek, Sébastien Maillard, Thierry Chopin, MAI 2020
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'nde yaptığı konuşmada…
Rusya Federasyonu'nun Ankara Büyükelçisi Aleksei V. Erkhov, Batı yaptırımlarının Rus-Türk ticari ilişkilerini olumsuz etkilediğini ve…
İsrail’de hükümet, Gazze ve Lübnan operasyonları nedeniyle sert eleştiriler yayınlayan merkez-sol eğilimli Haaretz gazetesine ambargo…
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 23 Kasım’daki basın toplantısında Donald Trump’ın 20 Ocak 2025’te başlayacak ikinci…
İçişleri Bakanlığı'nın tartışmalı bir kararla Tunceli ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine kayyum ataması,…
Kendimden korkuyorum artık. Bıkkınlık gelip Stockholm Sendromuna yenik düşmekten, sahte mutluluk yaşayıp adalet mücadelesini bırakmaktan…