Özellikle gençlere hatırlatmak lâzım: AK Parti 2001’de kurulduğu zaman, bugünkü gibi devletin ta kendisi olarak işsizlikten eğitim sorunlarına dek karşılaştığınız sorunların sorumlusu değildi. Kurulduğu zaman en keskin muhalefetti. Hatta Türkiye’de İslamcı siyasetin simge ismi olan Necmettin Erbakan’dan kopmadan önce, Millî Görüş hareketi içinde -ister inanın ister inanmayın- “Yenilikçiler” olarak biliniyorlardı. Yenilikçi olmalarının nedeni Erbakan’ın iki temel düşünce hattını inkâr edip, yerine yenisini koymaları olmuştu.
Bu iki temel hattın birisi siyasi/ideolojik, diğeri de ekonomi alanındaydı. Biri Avrupa Birliği, diğeri serbest piyasaya bakışta somutlaşıyordu. Bugünlerde duymaya başladığımız, İslâmi ekonomi ve diğer yandan hak ve özgürlüklerde görülen gerilemeyle ilgili bu konular. Nasıl mı? Birlikte tartışalım.
Siyaset alanında konu “Milli Görüş” çizgisindeki “Millî” tanımından kaynaklanıyordu. Millî olmakla ulusal değerlerin değil, ümmet değerleri, İslami değerlerin öne çıkarılması kast ediliyordu. Böylece hem dönemin ifade yasaklarının etrafından dolanmak hem de laik topluma ürkütmeden yaklaşmak mümkün oluyordu. “Millî” kelimesi laik Cumhuriyet yasalarına karşı bir tür kalkandı. Müslüman Kardeşler örgütünün ideolojik çizgisindeki -çoğu siyah- ABD Müslümanlarının kendilerine “Islamic Nation – İslam Milleti” demeleri bu yaklaşımda gerçek karşılığını bulur; ümmet anlamındadır. “Batı” değerlerine karşı durmak da bunun parçasıdır. “Batı” derken kast edilen ise kapitalist değerler değildi, faiz dışında kapitalizmle bir sorun yoktu. Batı derken Hristiyanlık değerleri kast ediliyordu. Bu çizgi en somut ifadesini Avrupa Birliği’ne (AB) “Hristiyan kulübü” olduğu için karşı çıkmakta buluyordu.
Hristiyan Kulübü, faizci düzen demekti
Kuran faizi yasaklıyor. Oysa kapitalizm faiz üzerine dönüyor. Erbakan’ın buna bulduğu çözüm, “Adil Düzen” olmuştu. Muammer Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ında “İslam sosyalizmi” şekerine bulayarak anlattığı fantastik bir düzendi bu. Sıfır faiz, sıfır borç, sıfır bütçe açığına nasıl geçileceği belli değildi. Ama işsizlikten, hayat pahalılığından ve diğer taraftan devlet kademelerinden dışlanmışlıktan bunalan fakir ve dindar kitlelerin kulağına hoş geliyordu.
Erbakan 1996’da DYP lideri Tansu Çiller’in ortaklığı sayesinde Başbakan olduğunda ilk icraatından birisi D-8’i kurmak olmuştu. “Batı”nın G-7’si varsa (ABD, Japonya, Almanya Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada) D-8 ekonomileri de (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya) “Müslümanların” ona cevabı olacaktı.
Gerçi faizci düzene karşı eyleme geçemiyordu; Çiller zaten o düzenin parçasıydı. Borçların çevrilmesi, ekonominin sürdürülmesi için faize mecburdu. Bu dönem kamu bankası kaynaklarından yapılan harcamaların “görev zararı” yazılması, 2000-2001 mali krizinin önemli nedenlerinden oldu.
Erdoğan-Gül-Arınç ve iki inkâr
Daha sonra AK Parti’ye dönüşecek “Yenilikçiler” kendilerini içeride ve dışarıda artık “İslamcı” değil “Müslüman demokrat” olduklarını bu iki radikal hattı inkâr ederek tanıttılar. Yani artık;
1-Ekonomi politikaları uluslararası piyasa düzenine uyumlu olacaktı,
2-Siyasi politikaları AB’nin Kopenhag kriterlerine uyumlu olacaktı.
Bu lafta da kalmamıştı. Partinin kurucu genel başkanı -şimdi Cumhurbaşkanı- Tayyip Erdoğan’ın ekonominin dümenine koyduğu Ali Babacan genç ve dindar olmasına rağmen Batı’ya açık bir iktisatçıydı. Krizden çıkış için Kemal Derviş’ten devralınan IMF programını aynen uygulamaya başladı. Ekonomi toparlanıp kalkışa geçmişti.
Erdoğan ve partinin diğer iki temel direği sayılan Abdullah Gül ve Bülent Arınç, siyasete intikamcı değil, faydacı yaklaştıklarını da CHP ile AB reformlarında uzlaşarak gösterdiler. Parlamentodaki iki büyük partinin uzlaşmasıyla hak ve özgürlükler alanında onlarca yılda atılamayan adımlar 2003-2004 yıllarında atılabilmişti. Daha 1995’te TBMM kürsüsünden “AB Hristiyan Kulübüdür” demiş olan Gül, önce Başbakan, sonra Dışişleri Bakanı olarak AB ile bütünleşme çabalarının bayraktarı olmuştu.
Özgürlükçü yaklaşım kendisini başka alanlarda da gösteriyordu. Erdoğan, Diyarbakır’a gidip (şimdiki HDP’nin öncülü) DEHAP’lı Belediye Başkanı Osman Baydemir ile miting düzenliyor, “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyordu mesela. Ya da MHP lideri Devlet Bahçeli ile sadece Kürt sorunu ve PKK ile mücadele konusunda değil, örneğin gayrimüslim vatandaşlar konusunda da ayrı düşüyorlardı.
Nereden, nereye?
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçenlerde (ilki 1976’da Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde düzenlenmiş olan) “12’inci İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansı”nda şunları söyledi: “[Alternatif] insanı merkeze alan, emeği yücelten, haksız kazanca müsaade etmeyen İslami ekonomi ve finans modelidir. İnsani, ahlaki ve çevreci karakteri, faizi ve sömürüyü reddeden yapısıyla İslam iktisadı krizden çıkışın anahtarıdır. Geleceğin dünyasında faize ve sömürüye dayalı mevcut ekonomik sistemin yerini risk paylaşımının esas olduğu katılımcılığa bırakacağına inanıyorum.”
Doğrusu bu metindeki “İslâmi” sözcüğü yerine “sosyalist” sözcüğünü koysanız daha net bir anlam kazanır. Çünkü sömürünün tek kaynağı faiz değildir, emek sömürüsü buharlaşıp uçmaz bunu söylediğinizde. Çünkü Müslüman nüfuslu ülkelerin Türkiye hariç hiçbirinde Erdoğan’ın övgüyle söz ettiği güçlü sağlık altyapısı, eğitim altyapısı, sosyal adaletçi yapılar yok. Zaten bunlar İslâmi ekonominin unsurları değil, sosyal devlet unsurları olarak bilinir. Her fırsatta “Eski Türkiye” denilerek küçümsenen Cumhuriyet kurumları bunlar. Koronavirüs bize ABD’de olduğu gibi tamamen kâr odaklı vahşi kapitalizmin yüzünü gösterdi ama örneğin Almanya, ya da İsveç gibi ülkelerdeki sosyal devlet uygulamalarının başarısını da gösterdi.
Erdoğan aynı konuşmasında yatırımlar için mali kaynak eksikliğinin de İslami finans kurumlarından kapatılacağına inandığını söylüyordu. 2015’ten itibaren Ziraat ve Vakıflar da “faizsiz” bankacılılık uygulamasına girmişlerdi. Ama bu konuda asıl piyasanın Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri bankalarının elinde olduğu da bir gerçek.
Durumdan ilk vazife çıkaran kurum Diyanet İşleri Başkanlığı oldu. Başkan Ali Erbaş ilk aşamada merkez teşkilatındaki 1750 personelin maaşlarının faizsiz bankacılık hesaplarına yatırılacağını söyledi. İşsizliğe, hayat pahalılığına çare olacaksa ister Amerikan, ister Suud bankasına yatırsınlar, ama burada mesele yaklaşımın değişmesi.
Yeni “Ankara Kriterlerini” kim belirliyor?
Doğrusu Türkiye’de gerek siyaset gerek ekonomi alanındaki demokratikleşme adımlarının giderek gerilemesinde AB’nin özellikle Kıbrıs ve üyelik müzakereleri konusundaki iki yüzlü tutumunun caydırıcı etkisini gözardı edemeyiz. Keza Erdoğan yönetimindeki AK Parti iktidarının giderek kendi elitini ortaya çıkaran ve zenginleştiren bir harekete dönüşmesi gerçeğini de. Hak ve özgürlüklerin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında daha da geri alınmaya başlaması, yargı bağımsızlığı ve basın ve ifade özgürlüğünün aldığı hasar ortada. Parti giderek Erdoğan dışında hiç kimsenin sözünün bir öneminin olmadığı monolitik bir yapıya dönüşüyor. Uyum sağlayamayanların yolu ayrıldı. MHP lideri Bahçeli’nin desteğiyle geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde ülke yönetimi de öyle. Erdoğan giderek daha dar bir kadroyla karar aldığı izlenimi veriyor.
Bir zamanlar “AB bizi almazsa, biz de Kopenhag Kriterleri yerine Ankara Kriterleri koyar, devam ederiz” diye bir söylem vardı. Bugünün Ankara Kriterleri, AB’nin hak ve özgürlükler cetveliyle mi ölçülüyor, yoksa artık yüzde 50+1 karşılıklı prangasına girmiş AK Parti-MHP ortaklığının iktidarı her ne pahasına olursa olsun sürdürme ihtiyaçlarına göre mi?
AK Parti çıkışında kendisine “Yenilikçi” diyordu ve siyasetini iki ilke üzerine inşa etmişti:
1-Ekonomi politikaları uluslararası piyasa düzenine uyumlu olacaktı,
2-Siyasi politikaları AB’nin Kopenhag kriterlerine uyumlu olacaktı.
Bugün bu iki ilkeyi de inkâr sürecinde olan Erdoğan’ın AK Partisi, bu anlamda kendini imha süreci içinde de sayılabilir.