Sağlık Bakanı salgında “birinci dalganın ikinci pikini yaşıyoruz” dedi. Doğru; üstelik bu pik, yani tepe noktası, bakanlığın ilan ettiği sayıların gösterdiğinin ve birinci tepe noktasının çok daha üzerinde gibi görünüyor. Geçtiğimiz haftalarda Rize, Malatya, Erzurum valilerinin ve Ankara Tabip Odası’nın kendi şehirleri için basına açıkladıkları rakamlar bu illerin dahil edildiği bölgeler için ilan edilen resmi sayılardan birkaç kat yüksekti. Ardından Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve Diyarbakır Tabip Odası kendi şehirlerinde bir günde kaydedilen Covid-19 kaynaklı ölüm sayısının o gün için ilan edilen Türkiye toplamına eşit olduğunu söylediler.
Bunlar, çok ciddi farklılıklar. Yüzde 10, yüzde 20 değil, sahada gözlenen yeni hasta sayısının, resmi sayıların dört, beş, belki on katı olduğu anlamına geliyor. Salgın yönetiminin zeminini, halkın duyduğu güven oluşturur, dolayısıyla Bakanın bu iddialara, hemen ve tatmin edici bir cevap vermesi beklenirdi. Kendisi bir açıklama yapmadı, ama bir gazeteci Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ifade ettiği çelişkiyi sordu. “Ben Başkan’a açıkladım” cevabı aldı. Bakanın, başkent belediyesiyle salgın hakkında konuşması olumlu bir gelişme tabii, ama bu çelişki öyle sadece iki yöneticinin kendi arasında konuşup kapatacağı bir konu değil. Hepimizi ilgilendiriyor ve hepimiz merak ediyoruz. Üstelik iddialar Ankara’yla sınırlı değil.
Gerçekler rakamlarla çelişiyor
Rakamlar dışında hasta yakınlarının ve sağlık çalışanlarının tanıklıkları da resmi rakamlarla büyük çelişki içinde. Nisan ayında hiçbir ilde yoğun bakım yatağı bulunmasında bir sıkıntı yaşanmadı. Oysa şimdi içinde olduğumuz ikinci tepeye gidişte, daha 30 Temmuz’da, Ankara Tabip Odası yoğun bakım yataklarının dolduğunu söylemişti. Bakanlık bunu yalanladı. Ama çevremizdeki insanların başına gelenlerden, Ankara’dan, Konya’dan gelen, hastanelerde yer olmadığı için çevre ilçelere gönderilen yoğun bakım hastası hikayelerinden, çeşitli illerde çalışan enfeksiyon hastalıkları, yoğun bakım, göğüs hastalıkları uzmanlarının tanıklıklarından, -yoksa çığlıklarından mı demeliyim- birçok hastanede diğer servislerin Covid-19 servisine dönüştürülmesine rağmen ihtiyaca cevap verilemediğini duyuyoruz.
Pandeminin başındaki tartışmalardan hatırlarsak kitlesel kısıtlamaların, sokağa çıkma yasakları ve benzeri uygulamaların ana hedefi, sağlık sisteminin çökmesini, yani bakıma ihtiyaç duyan insanların (Covid-19’un yanı sıra diğer acil bakım gerektiren, kalp krizi vb. vakalar) hepsine cevap veremeyecek duruma gelmesini önlemekti. Birçok ildeki tablo bu kritik noktanın üzerinde.
“Başkalarında da durum kötü” bahanesi
Aslında durumun kötü olduğunu ve kötüleştiğini herkes kabul ediyor. Ama televizyon ekranlarındaki birçok yorumcu söze “bütün dünyada artış oluyor” diye giriyor. Bu yaptıklarımızı doğru düzgün analiz etmeyi, hatalarımızı fark etmeyi ve düzeltmeyi önlediği için çok yanlış bir yorum. Üstelik gerçeği yansıtmıyor. Benim bildiğim, bizim gibi birinci dalgadan çıkamayan ülkeler ABD, Brezilya, Rusya ve Hindistan. Bir de sıkı tedbirlerle sayıları bizimkinden çok daha düşük noktalara düşürmeyi başarmalarına rağmen son haftalarda yeniden tahminlerin üzerinde yükseliş yaşayan İspanya ve Fransa. İspanya’nın buraya geleceğini, Dışişleri Bakanları, Mayıs sonunda BBC ekranlarına çıkıp, o sırada salgının hâlâ hızla devam ettiği İngiltere’den gelecek ziyaretçilere/turistlere karantina uygulamayacaklarını ilan ettiğinde tahmin etmek zor değildi.
Bütün dünyada sayılar artıyor diyenlerin, ilginçtir, önemli bir kısmı, her vesileyle siyasi karşıtlarını, “batıcı olmakla” suçlayanlar. Ama iş Covid-19 pandemisine gelince gözlerini Batı Avrupa’daki birkaç ülkeye ve ABD’ye dikiyorlar.
Oysa salgını kontrol altına almakta başarılı olmuş birçok ülke var.
En bilineni Yeni Zelanda ama dünyanın her köşesinden başkaları da var: Çin’in yanı başında olduğu halde Ocak ayından beri uyguladığı agresif filyasyon ve yerel karantinalarla başarılı olmuş, birinci dalgayı bile yaşamamış Vietnam, Moğolistan, Singapur, Kamboçya, Tayland. Yine Çin’le çok sıkı ilişkileri olan, ama ufak dalgalanmalar dışında ciddi kayıp yaşamayan Güney Kore ve Japonya. Küba, Karayipler’deki birçok ada ülkesi, Afrika’da Rwanda, salgının en ağır seyrettiği Amerikalarda bir güvenli vaha gibi Uruguay ve tabii ki pandeminin başladığı Çin. Avrupa’nın ortasında Almanya.
Bu durum kaçınılmaz mıydı?
Bunlar büyüklükleri, gelirleri, sağlık altyapıları çok farklı ülkeler. Ama ortak noktaları, kendi koşullarına uygun ve net, iyi belirlenmiş bir öncelikler listesi ve strateji ile salgını, hastanelerde değil, toplum içinde yenmiş olmaları. Maalesef Türkiye büyük potansiyeline rağmen bu grupta değil.
Birçoklarınız, salgını kontrol altına aldığını söylediğim ülkelerden de zaman zaman gelen vaka artışı haberlerini söyleyerek itiraz edebilir. Bu noktada, bizim şu anda yaşadığımız, kökeni saptanamayan çok odaklı yeni enfeksiyonlarla, bir bölgede, bir öbekte çıkan, enfeksiyonun başlangıç kişisi bulunup, bütün temaslılarıyla yalıtılan durumları karıştırmamak lazım. Virüsün yüksek bulaşıcılığı ve belirtisiz/az belirtili insanlarca, ya da belirtiler başlamadan önce bulaşabilme özellikleri nedeniyle ikinci tür alevlenmelerin olması kaçınılmaz. Ama enfeksiyon iyice bastırıldıktan sonra, çoğu yerel bir şekilde başlayan bu “salgıncıklar” (outbreaks) hızla ve enerjik bir şekilde davranılırsa kontrol altına alınabiliyor, Çin de Güney Kore de Yeni Zelanda da bunun örneklerini verdiler.
Yeni hastane kurmak yeterli mi?
Maalesef “açılmadan” sonra üç ay gibi çok değerli bir süreyi boşa harcadık. Bugün geldiğimiz noktada aldığımız düğün, cenaze gibi törenleri denetim altına almak, kamu çalışanlarının mesailerini esnek hale getirmek gibi tedbirleri ve açılımı denetimli ve adım adım hale getirecek daha birçoklarını haziran başında alsaydık bugün çok daha iyi bir noktada olabilirdik.
Şu aşamada da bakanlığın enerjisinin önemli bir bölümünü yeni hastaneler açmak üzerinde topladığı görülüyor. Bu çözüm olabilir mi? Hastaneler sağlık sistemine eşit değildir. Hastaneler, yani fiziki altyapı sağlık sistemlerinin, insan kaynakları, sağlıklı veri toplanması, toplum katılımı gibi daha birçok unsurundan yalnızca bir tanesidir. Yataklar içlerinde onları bir sistem içinde çalıştıracak personel varsa bir anlam taşırlar. Oysa sağlık personeli zaten tahammülünün sınırında.
Ayrıca halk sağlıkçıların hepsi döne döne söylüyor, Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü de 7 Eylül’de tekrarladı. Bu salgını yenecek olan halk sağlığı örgütlenmesidir, toplum içindeki çalışmalar ve birinci basamağın güçlendirilmesidir. Bu yüzdendir ki zengin Almanya bu hafta sonu, hastaneler için değil, halk sağlığı teşkilatını güçlendirmek için 4 milyon Avro ayırdığını duyurdu. Teşbihte hata olmaz, toplumda bulaşma bütün hızıyla sürerken umudu yeni hastanelere bağlamak, kevgire dönmüş bir tavandan akan sularla baş etmek için yeni ve daha büyük bir leğenler almaya benzemektedir.
Buradan çıkış var mı?
Tabii ki var. Bu büyük felaketle daha etkenin ne olduğu bile bilinmezken karşılaşan Çin, Mart ayında hepimizin üzüntüyle izlediği İtalya, bugün salgını kontrol altına almış durumdalar. Salgına verilecek, üzerinde etkili olduğu bilinen yanıtlar var. Türkiye’nin uzmanlık birikimi bu yanıtları geliştirmeye yeterlidir. Önemli olan bütün bu birikimi harekete geçirmek. İşe kriz ve salgın yönetiminin iki temel ilkesine gereken önemi vererek başlamak lazım: Katılım ve şeffaflık.
Salgın toplumu etkiliyor, toplum içinde yayılıyor. Her kesim önemli. Her birey önemli. Hem virüsün kontrol edilememesi hem de kontrol etmek için geliştirilen önlemler hepimizin hayatını derinden etkiliyor. Birçok zaman kayıp-kayıp arasında zor kararlar vermek gerekiyor.
Öncelikler takvimle belirlenemez
Önceliklerimizi net belirlememiz, takvime göre değil, salgın kontrolünde ulaşacağımız hedef aşamalarına göre kısıtlamaları azaltmak ya da kaldırmamız lazım. Günlük yeni vaka sayıları yüzlü sayılara inince okulları açacağız, hastanelerin üzerinden yük kalkana kadar, zorunlu ekonomik faaliyetler dışındaki aktiviteleri kısıtlayacağız gibi. Bütün bu kararların alınmasına, uygulama yollarının belirlenmesi çalışmalarına ve tartışmalarına ilgili kesimlerin temsilcilerinin katılımı hem eksiklerin giderilmesini hem yanlışlıklardan kaçınılmasını sağlar.
İlk aşamada sağlık çalışanlarını temsil eden Tabipler Birliği, Uzmanlık Dernekleri, Eczacılar Birliği, Diş Hekimleri Birliği, mesela esnaf odaları, sendikalar, işveren örgütleri sayılabilir. Her ilde sözü geçen kuruluşların yerel örgütlerinin yanı sıra, iktidar partilerinden ya da muhalefetten yerel yönetimlerin karar, planlama ve uygulamaya katılması çok önemli. Gerçekten bu gemide hep birlikteyiz ve virüs bizim fikir ayrılıklarımızla hiç ilgilenmiyor.
Katılım ve şeffaflık
Bilim Kurulu’nun belki daha çok halk sağlıkçı ve sağlık bilimcinin yanı sıra, ekonomistleri, sosyal bilimcileri, iletişimcileri içermesi yararlı olabilir. Ama genişletilsin ya da genişletilmesin, Bilim Kurulunun önüne ayrıntılı ve sağlıklı veri verilmesi, kararlarının şeffaf bir şekilde kamuyla paylaşılması, bu çok gerekli kurula duyulan güvenin aşınmasını engelleyecek ve tavsiyelerindeki isabeti artıracaktır.
En sonuncusu ve kanıta, bilime dayalı bir salgın stratejisinin olmazsa olmazı sağlıklı, yüksek kalitede veri toplamak ve bunu hem yukarıda sayılan kurum ve kurullarla hem de halkla paylaşmaktır. Sağlık Bakanlığı gibi en uçtaki sağlık kurumlarını, hatta özel hastaneler ve eczaneleri bile dijital ortamda birbirine bağlama altyapısı olan bir kurumun, bu verileri en az hatayla toplayıp, analiz edip, ayrıntılarıyla raporlaması zor bir şey değil. Bugün geldiğimiz noktada, sahanın gerçekleriyle örtüşmeyen tabloya yol açan hataların/tıkanıklıkların saptanması ve giderilmesi çok zaman gerektirmez. Bunun için bakanlığın kendi kadroları yetersizse teknik destek alabileceği sayısız ekip ve kurum vardır. İş ki konunun önemi kabul edilip, siyasi irade gösterilsin.