An itibariyle Türk dış politikası oldukça üzücü bir manzara sergiliyor. Suriye, İsrail, Libya ve Mısır’da Büyükelçimiz yok. Lübnan, BAE ve Suudi Arabistan’da Büyükelçimiz var ama yok. AB ile ilişkilerimizde belirgin bir durgunluk yaşıyoruz. Yunanistan, Fransa ve Almanya ile ilişkilerimiz gergin. ABD ile ilişkilerimizde ciddi sorunlar var. Bu bir yalnızlık tablosudur.
Çok değil, bundan birkaç yıl önce, Türkiye’nin sorunlarla dolu bir bölgede “istikrar adası” olduğunu söylerdik. Hatta, bizim “istikrar üreten ülke” olduğumuz, hemen herkesin dilindeydi. “Arap Baharı” nasıl “Arap Kışına” dönüştüyse, biz de bölgemizdeki tüm sorunların tarafı haline gelerek, adeta “yalnızlık adasına” dönüştük. Artık, dostlarımız dahi, istikrarsızlık kaynağı olduğumuzu söylemekten çekinmiyorlar.
Peki, bu noktaya nasıl geldik?
Meselenin kökleri iç siyasete uzanıyor. Yirmi yıla yakın tek başına iktidar döneminin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partisi AKP, iç siyaset bakımından bir konsolidasyona ve saflarını sıklaştırmaya ihtiyaç duydu. Bunun için, Erdoğan, uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir siyaset izlemek yerine, milliyetçiliği araç olarak kullanmayı tercih etti. Önyargılar depreştirildi, bağnazlık kutsandı ve milliyetçilik köpürtüldü. Mahalli seçimlerde büyük şehirlerin büyük kısmını kaybetmesine rağmen, Erdoğan’ın stratejisi sonuç verdi ve MHP ile oluşturulan koalisyon sayesinde arzu edilen konsolidasyon sağlandı. Ancak, bunun ağır bir bedeli oldu.
Ülke görülmemiş bir kutuplaşma içine girdi ve siyasette gerginlik, önyargı ve bağnazlık belirleyici rol oynar hale geldi. Böyle bir ortamda, artık dış politikaya kariyer diplomatlar değil, kızgın ve tepkili gruplar yön vermeye başladı. Dış politikada yalnızlık bu iç siyaset bağlantısıyla ortaya çıktı.
Her şey hamaset zemininde değerlendirilmeye başlandı. Bu da zaten var olan üslûp sorununu iyice derinleştirdi. Üstten bakan, aşağılayan, meydan okuyan bir dille konuşmak meziyet haline getirildi. Son söylenecek şey, ilk olarak söylenerek, manevra alanı yok edildi. İşin çelişkili tarafı, bizim gibi hareket eden ülkeler ağır eleştirilere tâbi tutuldu. Adeta, bizim herkes hakkında her şeyi söyleme konusunda mutlak hakkımız, başkalarının ise hiçbir hakkı bulunmadığı anlayışıyla hareket edildi.
Devlet ve hükümet adına yapılacak açıklamaların, kimin tarafından ve hangi düzeyde yapılmasının icap ettiği hususunda gereken hassasiyet gösterilmedi. Siyasetçilerin yapması gereken açıklamaların, bürokratlar tarafından yapılması veya tam tersi bürokratların yeterli olacağı durumlarda siyasetçilerin açıklama için öne çıkmaları neredeyse kural haline geldi. Fanatik Erdoğan taraftarı olduğu veya partiye mutlak sadakat beslediği sürece, seviyesine bakılmaksızın, hemen herkes hükümet adına açıklama yapmaya başladı. Bu da tabiatıyla, dış politika mesajlarımızın gereği şekilde algılanıp, anlaşılmasına engel oldu. Ayrıca, açıklamaların ne tonuna ne diline özen gösterildi.
Dışişleri Bakanlığı, duygusallıkla malûl, anlamsız ve tutarsız açıklamalar yayınlamak durumunda bırakıldı. Bakanlığın kurumsal itibarının zedelenmesi pahasına yapılan bu açıklamaların ve beyanların, ülkemiz adına sonuçlar doğurduğunu ve ileride uluslararası planda emsal olarak önümüze konulacağını kimse düşünmedi.
Örneğin, daha birkaç gün önce, İsrail ile ilişki tesis ettiği için Bahreyn, bir Bakanlık açıklaması ile kınandı. İsrail ile ilişkisi bulunan bir ülkenin, İsrail ile ilişki kurdu diye başka bir ülkeyi kınaması, en hafifinden gülünç oldu.
Dışişleri Bakanlığı içinde, böylesine bariz tutarsızlık içeren açıklama yapılmasını herhangi bir profesyonelin teklif dahi edeceğine ihtimal vermiyorum. Muhtemelen, siyasi talimat üzerine yapıldı. Ancak, tarihindeki en önemli değerlerinden biri tutarlılık olan bir kuruma, bu şekilde bir açıklama yaptırılmakla uluslararası planda, güven ve itibar kaybettirilmiş oldu.
Bu açıklama, belki de üzerinde pek fazla çalışılmadan yapılmıştır diye düşünürken, Bakanlık, bu defa Fas’ın, İsrail’e sivil uçuşlar için izin vermesi konusunda bir kınama daha yayınladı. Kendi bayrak taşıyıcısı Türk Hava Yollarının (THY) İsrail’e günde 14 seferi varken, böyle bir kınama açıklaması yapmanın, muhataplarınızı gülümsetmekten başka bir sonuç vermeyeceğini, Dışişleri gibi bir kurumun, siyasi kadrolara anlatması ve böyle bir açıklamayı yapmaktan imtina etmesi gerekirdi.
Bütün bunlar, dış politikada karar alınırken, stratejik bakış açısıyla hareket edilmediğine ve tutarlılığın gözetilmediğine örnek oluşturdu. Günü kurtarmayı ve sadece iç kamuoyunu tatmini amaçlayan, kısa vadeli siyasi mülahazalarla hareket edildiğine dair eleştirilere haklılık kazandırdı.
Sergilenen tutarsızlık, politikalarımızın inandırıcılığına ve güvenilirliğimize de gölge düşürdü. Erdoğan hükümetinin temel prensipleri dahi ihlâl edildi. Örneğin, Mısır ile ilişkilerimizi, mevcut yönetim darbe ile işbaşına geldiği gerekçesiyle normalleştirmekten ısrarla kaçınan hükümet, Mali’deki darbecilere destek açıklamaları yapmaktan çekinmedi. Üstüne üstlük, Dışişleri Bakanımız, Mali’yi ziyaret ederek darbeciler tarafından ağırlandı.
İç ve dış politika arasındaki hassas denge hiç gözetilmeden hareket edilmeye başlanması, ikinci temel yanlışı oluşturdu. Bunlar arasındaki etkileşimin ölçüsü kaçırıldı ve dış politika bütünüyle iç politikaya endekslendi. Doğal olarak, bu, manevra alanımızın giderek kaybolmasına ve kendi kendimizi köşeye sıkıştırmamıza sebep oldu. Neticede, dış politika diye bir şey kalmadı.
Bunun sonucunda, geleneksel dostlarımız, müttefiklerimiz ve komşularımızla ilişkilerimizde ciddi zemin kaybına uğradık. Güvenilirliğimiz ve tarafsızlığımız yara aldı.
Zamanında Türkiye’ye muhabbet besleyen ülkeler, Türkiye’ye hasım cepheler oluşturma faaliyeti içinde yer almaya başladılar. Örneğin, Doğu Akdeniz’de karşı karşıya bulunduğumuz cephe, yanlış politikalarımızın doğal bir neticesi olarak ortaya çıktı.
Üçüncüsü, yine bilinçli ve sistemli olarak, kurumların tamamıyla işlevsizleştirildiği, liyakatsizlik ve ehliyetsizliğin zirve yaptığı, hukukun ve adaletin mumla arandığı, gerçeklerle bağlarımızın koparıldığı bir döneme sokulduk. Yalnızlık sanki bir meziyetmiş gibi sunulur oldu.
Dışişleri Bakanlığının ehliyet ve liyakat sahibi profesyonel kadroları, siyasetin aracı haline getirildi. Yurt dışı ve yurt içi kadrolara ölçüsüz siyasi atamalar yapıldı. Örneğin, Bakanlığın, tarihi olarak meslek memurları tarafından yönetilen Personel Daire Başkanlığı, Genel Müdürlüğe dönüştürülerek, başına siyasi bir görevli atandı. Birtakım, Büyükelçiliklere eski siyasetçiler getirildi. Bu atamalar, Bakanlığın siyaset üstü tarihi kurumsal kimliğini yıpratmakla kalmadı, uluslararası plandaki etkinliğini ve ağırlığını da zayıflattı.
Dışişleri Bakanlığı dış politikanın belirlenmesi sürecinden tamamen, uygulanması sürecinden ise çok büyük ölçüde dışlandı. Adeta, Türkiye’nin uluslararası haberleşme ajansı haline dönüştürüldü. Uzun erimli düşünceyle ve stratejik bakış açısıyla değil, aceleyle alınan, günü kurtarmayı amaçlayan, taktik nitelikli kararlar makbul hale geldi. Üstelik bu kararların hemen hiçbiri, kurumsal değerlendirme sürecine tâbi tutulmadı.
Dördüncü temel hata, “çıkış stratejisi” belirlenmeden, devasa adımların birbiri ardına atılmaya başlanmasıydı. Bu yapılırken, devletin siyasi, ekonomik ve askeri kapasitesi de dikkate alınmadı. Aynı anda, Suriye ve Libya’da cephe açmak, Doğu Akdeniz’de askeri unsurlar devreye sokularak, caydırıcılık ve gerginlik politikası izlemek, bu çerçevede Fransa ve Yunanistan ile “gunboat diplomacy-güç siyaseti” yürütmek yanlışlığına düşüldü. Bu arada, Rusya ve ABD ile ilişkiler sağlıklı ve dengeli şekilde yönetilemedi. Tabiatıyla, mevcut ekonomik sıkıntılar da düşünüldüğünde, bütün bunlar, dış politika üzerinde ciddi bir maliyet oluşturdu.
Beşinci hata, dış politikada uzun uğraşlar sonucunda yaratmış olduğumuz güvenilirlik ve öngörülebilirliğin ağır şekilde zedelenmesi oldu. Diplomasimizde, “yumuşak gücün” yerini, “sert güç” aldı. Uzlaşından ziyade askeri caydırıcılığı önceleyen bir anlayış benimsendi. Türkiye, uluslararası planda, sanatı, zengin kültürü, derin tarihi, gelişen ekonomisiyle değil, askeri unsurlarının gücüyle anılmaya başlandı.
Her ne kadar, savunma sanayii alanında önemli ilerlemeler kaydetmişse de Türkiye’nin tam anlamıyla milli üretim yapabilecek duruma gelmediği ve şu sıralar karşısına alma riski bulunan bazı ülkelerden büyük ölçüde parçaya ve ihracat izinlerine ihtiyacı bulunduğu hiç önemsenmedi.
Ezcümle, bütün bu yanlışlar, dış ilişkilerimizde ciddi bir kırılmaya yol açtı. Yalnızlık böyle geldi.
Bu aşamada, önemli olan, bu durumun toparlanabilmesi için bir an önce hatalarımızla yüzleşmemiz gerektiğini idrak etmemizdir. Ne yazık ki, toparlanma epey zaman alacaktır. Zira, yıkmak kolaydır. Yeniden yaratmak için ise, zamana ve çok çalışmaya ihtiyacınız vardır.
Vahim olan, duygusallıktan ve hamasetten uzaklaşılmadığı, sağduyulu ve gerçekçi yaklaşımlar benimsenmediği takdirde, dış politikamızdaki kırılganlığın giderek kalıcı hâle gelmesi riski bulunduğunun ciddiye alınmıyor oluşudur.
Dış politikanın belirlenmesinde, Dışişleri Bakanlığının diplomasi mesleğindeki uzmanlığının yeniden ağırlık kazanması bu toparlanma sürecinin ilk adımı olmalıdır.
MHP lideri Bahçeli’nin Öcalan açılımıyla başlayan gelişme ve tartışmaların hem MHP hem de CHP’de oy…
President Tayyip Erdoğan welcomed Donald Trump's return to the US presidency. During Trump's previous tenure,…
Türkiye’yi hedef alan iki vekil gücün liderlerine ilişkin Ekim ayında, ardı ardına önemli gelişmeler yaşandı.…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesine memnun oldu. Bir sorun çıktığında doğrudan…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 13 Kasım’da Ankara Büyükşehir Belediyesine usulsüz harcama soruşturma başlatmasından saatler sonra İstanbul…
Türkiye’de ana siyasi gelişmelerin birçoğunda belirleyici olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanı Devlet Bahçeli;…