Her sabah uykudan uyanıklığa geçtiğim bulanık anlarda, bugün ne kötü haber alacağım endişesini yaşıyorum. Sonra, gün içinde mesajlar -bazen çok uzun zamandır iletişimim olmamış bir tanıdıktan- telefonlar gelmeye başlıyor. Doktor gruplarında kimi benden genç, kimi benden yaşlı kaybettiğimiz hekimlerin hikayeleri paylaşılıyor. Birçok bebeğin sağlıkla dünyaya gelmesine yardım etmiş benden çok genç bir kadın doğum hekimi, birçok arkadaşa ilk ameliyatını yaptırmış sevilen bir cerrah hoca. Yüreğim burkuluyor. Sonra yardım talepleri, “seksen yaşındaki annem Covid pozitif, eve git dediler. Tanıdığınız birisi var mı bir hastaneye yatırabilir miyiz”. “Babamın testi pozitif, eve gönderdiler ama geceden beri ateşi var ve zihni bulanıklaştı, acil yardım edebilecek birisi var mı?”. “Eşim kalp krizi geçiriyor olabilirmiş, acilde sedyenin üstünde bekliyor, burada yer yokmuş. 60 kilometre ötedeki bir ilçe hastanesine götürmemi istiyorlar, götüreyim mi?”
Pandeminin ortasında pusulasız durumdayız
Bakanlığın yeşil slaytlarıyla ilgilenmeyi çoktan bıraktım. Haziran ayına kadar, gerçek durumun tamamını kapsamasa bile en azından salgının seyri hakkında, sahadan gelen bilgilere paralel bir gidişatı vardı. Ne kadar eksik olsalar da bazı çıkarsamalarla fikir veriyorlardı. Haziran ayının ortalarından itibaren, ilan edilen sayılar aynı yerde takılıp kaldı (ne iniyor ne çıkıyor, virüsün davranışına ve hiç bir doğal olayın seyrine benzemez bir şekilde). Sayılarla uğraşmaya alışık birçok insanda ciddi kuşkular yarattı.
Birçok uzman test sayılarının neyi temsil ettiğinin açıklanmasını talep etti. Tespit edilen enfeksiyon sayıları aynı kalırken, üstelik bakan yeni enfeksiyonların çoğunun gençlerde oluştuğunu söylerken, yoğun bakıma yatışlar niye artıyordu? Derken Bakanlık yoğun bakımlara yatış sayısını vermekten vazgeçti, yerine nasıl hesapladığını açıklamadığı bir ağır hasta ve zatürre göstergesi koydu. Temmuz sonuna gelirken sağlık çalışanlarından gelen uyarıların dozu, aynı yerlerde dalgalanan vaka sayılarıyla açıklanamaz şekilde arttı. Derken peşpeşe yerel yöneticiler, yerel Tabip Odaları, kendi illerindeki vaka ve ölüm sayılarının Türkiye ortalamasına eşit olduğunu veya dahil oldukları bölge rakamlarınını birkaç katı olduğunu açıkladılar. Bakan bu iddialara cevap vermemeyi tercih ederek güven kaybının hızlanmasına yol açtı.
En son geçtiğimiz hafta da günlük yeni enfeksiyon sayılarını bildirmek yerine, sessiz sedasız bir değişiklik yapıldı. Yine kimi nasıl kapsadığını bilemediğimiz yeni “hasta sayılarını” ilan etmeye karar verdiler. Bir nokta unutuluyor, yeşil slaytlarla ilan edilen rakamlar aslında halka anlaşılır bilgi sağlayarak, salgının seyrini, tehdidin büyüklüğünü anlamaları ve davranışlarını korunma yönünde değiştirmeleri amacını güdüyor, ya da öyle olması lazım. Ama bizim yeşil slaytlarda verilen rakamlar uzmanların bile içinden çıkamayacağı bir karmaşa içinde. Bu süreç, sağlık sorunlarının, sistemlerinin izlenmesi konusunda bir ders, konferans hazırlayacaksanız, dinleyici/öğrencilere neyin yapılmaması, izlemi imkansız hale getirecek hatalar konusunda zengin materyal içeriyor. Eminim ileride olumsuz bir örnek olarak ders materyali olacaktır. Onlayn gerçek zamanlı veri toplama alt yapısı olan bir sağlık enformasyon sisteminin, hiç kimsenin anlamayacağı ve bir işe yaramayacak sonuçlar üretmesinin az bulunur mükemmellikte bir örneği. Sonuç, bir pandeminin ortasında pusulasız durumdayız.
Salgın, sağlık sistemini eziyor
Sayılardan bir şey anlamak ve bir sonuca varmak, işin uzmanları için bile olanaklı değil. Ama en başta anlattığım, her gün çok sayıda dinlediğim tanıklıklar salgının hangi aşamasında olduğumuzu gösteriyor. Sağlık sisteminin, salgının altında ezildiği nokta.
Bazılarınız Mart ayından hatırlar, bir çok yayın organında kullanıldı, bir salgın eğrisi/dalga, onu kesen bir yatay hat. Bu yatay hat, sağlık sisteminin kapasitesini gösteriyordu, eğri de vaka sayılarını. işte biz o yatay çizginin üzerindeyiz. Üstelik uzunca bir süredir. Üstelik daha havalar soğumamış, kapalı mekanlara çekilmemiş, korkulan grip mevsimi başlamamışken.
Grafiğin soğukluğundan çıkıp insan hayatları için anlamına bakalım. O yatay çizginin üstüne çıkmak demek, uygun şartlarda kurtarılabilecek Covid hastalarının kaybedilmesi demek. Üstelik, kalp krizi, apandisit krizi, inme, başka tür bir enfeksiyon geçirenlerin bakım olanakları azaldığı/yok olduğu için kaybedilmesi, şeker, yüksek tansiyon, kanser hastalarının düzenli kontrollerine gidememesi, komplikasyon çıktığında gecikerek ve idealin çok altında bakım alması, muhtemelen ölmesi demek. Yani hem Covid’e bağlı, hem de başka nedenlere bağlı önlenebilir ölümlerin önlenememesi demek. Bu artmış sayıların toplumda yarattığı hızlı Covid bulaşması da cabası.
Salgının ciddiyetini kavramıyoruz
Hani Perşembenin gelişi Çarşamba’dan bellidir denir ya. İşin bu noktaya geleceği -önlem alınmazsa- virüsün davranışı konusunda bildiklerimizden belliydi. Temmuz başındaki bir yazımda tünelin ucunda görünen ışığın, üzerimize hızla gelen trenin farları olduğu benzetmesini kullanmıştım. Buna rağmen uyarılarda bulunan herkes, hep bir umudu korumak istedi, “bir şeyler yapılacağı”, etkin önlemler alınacağı umudu. Çünkü hepimiz bu gemideydik, yöneticiler de, yönetilenler de, muhalifler de iktidar da.
Geldiğimiz noktada genel tablo şöyle: Salgın yönetimi, her gün artık anlamını yitirmiş aynı mesajları vazife olarak tekrarlıyor, hiç bir anlamı olmayan sayılar ilan ediyor, Haziran ayının başında yapılsaydı bir miktar işe yarayabilecek mesai kademelendirmesi (yaygınlığı çok sınırlı), düğün derneklerin kontrol altına alınması (düğün mevsimi bitiyor, üstelik zaman değil, katılımcı sayısı kısıtlaması yapılması gerek) gibi, bulaşma hızının geldiği noktanın aciliyetinden çok uzak ufak tefek tedbirler ilan ediyor.
Çözüm önerileri nerede?
Ülke çapında, ilçe ilçe, il il örgütlenmiş, içlerinde akademisyenler, uzmanlar barındıran ya da bunlara kolayca ulaşabilecek olan, belediye başkanları milletvekilleri olan muhalefet partileri ise sahnede yoklar. Sahi, neredeler? Altı ayı aşkın süredir, dünyanın ve ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri olan salgının gidişatı, en önemlisi yönetimi, daha doğrusu yönetilememesi konusunda ne düşünüyorlar? Ne gibi çözüm önerileri var? Salgın yönetiminin bir stratejisi yok demiştik. Muhalefetin var mı?
Arayıp tarıyorum sosyal medyayı, haber kaynaklarını, münferit çıkışlar dışında (CHP Ordu Milletvekil Adıgüzel ve İyi Parti İzmir Milletvekili Çıray) ne ciddi bir takip ne de bir çözüm önerisi görebiliyorum. Oysa ülke çapında örgütlü parlamento içi/ dışı muhalefet partileri, Bakanlığın ilan ettiği sayıların gerçeklerle örtüşmediğini çok daha erken bir dönemde farkedebilirlerdi. Dahası, bunu ilan edebilir, yönetimin yapmadığı, multidisipliner uzman gruplarını kurabilir, bunlar aracılığıyla akılcı çözüm önerileri geliştirebilirlerdi. Ve kuşkusuz, TTB’den ya da Göğüs hastalıkları uzmanlarını barındıran mesleki/ bilimsel bir kuruluş olan Toraks Derneği’nden daha çok ses getirebilecek bir şekilde kamuoyuyla paylaşıp, salgın yönetimini etkinliğini arttırmaya zorlayabilirlerdi. Bugüne kadar bu olmadı.
Hekim örgütleri salgın yönetimini de, halkı da uyarıyor
Salgınla hem mücadele hem de kamuoyunu bilgilendirme, iktidarı uyarma görevi tek başına hekim örgütlerine kaldı. Hekim örgütleri, durumu sonuçlarıyla birlikte yaşadıkları, birçok meslektaşlarını, arkadaşlarını kaybettikleri için ve en çok da meslek etikleri gereği hayatı korumayı görevlerinin bir parçası olarak gördüklerinden, toplumu ve iktidarı uyarmaya çalıştılar, karşılığında tehditlerle karşılaştılar. Vatandaş, yokuş aşağı giden ekonomik durum, artan işsizlik ve salgın arasında bunalmış, kendini kadere teslim etmiş durumda. Bir kısmı aslında salgın yok, aslında hastalık ağır değil, diye kendini avutmaya çalışıyor. Olanakları biraz daha geniş, yani her gün ekmek peşinde sokaklarda koşması gerekmeyen, evden çalışabilen, patronunu/amirini evden çalışmaya ikna edebilen, sonu görünmeyen bu bunaltıda mümkün olduğunca kendi başının çaresine bakıyor. Fırtınalı denizde, ana direği kırık, pusulasız, bir gemide, tüm tayfası, Siren’lerin felç edici şarkısının etkisinde kabus dolu bir uykuya dalmış, sürükleniyoruz.
Uyanmazsak…
Bu uykudan uyanmazsak, böyle sürüklenmeye devam edersek, virüs kendi başına bizi terketmeyecek. Virüsü biliyoruz, kendi haline bırakılırsa, bir noktadan sonra bulaşma, giderek hızlanarak bile değil, giderek ivmesi hızlanarak artıyor. Kendi kendisine durması mümkün değil. Nüfusun en az yarısına bulaşıp yüzbinleri öldürmeden hız kesmeyecek. Bana inanmıyorsanız Brezilya’ya, ABD’ye bakın. Sayılar yükseliyor da yükseliyor, ölümler devam ediyor, yerel tedbirlerle biraz hız kesiyor derken yine yükseliyor. Kendi kendisine durması mümkün değil.
Bitirirken, ekonominin birkaç haftalık sıkı tedbirleri kaldıramayacağını söyleyenlere basit bir sorum var. Ekonomi önümüzdeki Mart-Nisan’a kadar hızlanarak sürecek ve milyonları enfekte edip yüzbine yakın belki de fazla insanı öldürecek bir salgını kaldırabilir mi?