Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü tartışmaları ne yazık ki sadece Türkiye’de yapılmıyor. Geçtiğimiz günlerde hiç beklenmedik bir gelişme, Avrupa Birliği (AB) karar alma mekanizmalarında ciddi sarsıntı yarattı. 27 üye ülke büyükelçilerinin bir araya geldiği son bütçe toplantısında, Macaristan ve Polonya temsilcileri, ülkelerinin “hukukun üstünlüğü” şartı nedeniyle haliyle bütçeyi onaylamayacaklarını bildirerek önemli bir bunalım yarattılar.
Bütçe prosedürü, AB içinde zor ve karmaşık karar alma süreçlerinin başında gelir. Her sene Eylül ayının ilk haftasında, Avrupa Komisyonu bir taslak bütçe hazırlamış olarak Bakanlar Konseyi’nin onayına sunar. AB içindeki diğer tüm prosedürlerden farklı olarak, Avrupa Parlamentosu’nun bütçenin kabulü konusunda Bakanlar Konseyine eşit ağırlığı bulunur. Hem Konsey içinde, hem de Parlamentoda çok sayıda tadilat önergesi ve tartışma ortaya çıkar, anlaşmazlıkların çözülmesi zaman alabilir. Sürecin sonunda her kurum tarafından kabul edilecek bir bütçe, Aralık ayının ilk haftalarında ortaya çıkar ve sonuçta Parlamento kararıyla kabul edilir.
Vetoyla gelen soğuk duş
Yıllık bütçe dışında, AB’nin uzun vadeli, Beş yıllık kalkınma planlarına benzeyen Finansal Çerçeve adı verilen programları vardır. AB ülkeleri, uzun vadeli siyasi hedeflerini birlikte saptayarak, yatırımların önceliklerini ve dağılımını kararlaştırırlar. 2021 yılında başlayacak olan 7 yıllık Finansal Çerçeve de bu aşamada karar eşiğine gelmiş bulunmaktaydı. Bu yeni çerçeve, AB’nin pandemi dolayısıyla ciddi darbe alan ekonomilerine destek verecek ve yeniden yapılanmayı kolaylaştıracak 750 milyar Avro seviyesinde bir ek finansal kalem de içermekte, bu açıdan da hayati öneme sahip konumda bulunmaktaydı.
Son dakikada Macaristan ve Polonya Büyükelçilerinin, ülkeleri adına bütçe ve Finansal Çerçeve taslaklarını veto etmeleri, buz gibi bir hava estirdi. Her iki ülke de, bütçede ayrılan ödeneklerin hukukun üstünlüğü ve uygulanması ilkesine bağlanmasını protesto ederek veto haklarını kullandılar.
Kopenhag Kriterleri nerede?
Macaristan da, Polonya da bir süredir AB tarafından temel AB ilkelerini (meşhur Kopenhag siyasi kıstaslarını) yerine getirmemekle, demokratik işleyişi geriletmekle itham ediliyorlar. Her iki ülkede de, demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsalar da, giderek baskıcı rejimler yaratan hükümetler bulunuyor.
Gene her iki ülkede, toplumun büyük bir kesimi, iktidardaki politikalara karşı ciddi muhalefet oluşturuyor. Ancak bu denli kutuplaşmış toplumlarda, muhalefetin iktidara gelebilecek bir alternatif yaratamamış olması da ayrı bir sorun. Aslına bakılırsa, AB ülkeleri, eski Sovyet kampı ülkelerin iç işlerine karışmamak konusunda gayet anlayışlı davranma becerisini gösterdi. Ancak Macaristan, Polonya, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde ifade özgürlüğü, örgütlenme serbestisi, şeffaflık, katılımcılık ve hesap verebilme gibi AB ilkeleri o denli yıpratıldı ki, bir aşamadan sonra Adalet Divanı’na kadar giden sorunlu alanlar ve yaptırımlar gündeme geldi.
Polonya-Macaristan açmazı
AB içinde, bir ülkenin üyelik haklarını askıya almak, ancak daimî ve ısrarlı temel hak ihlalleri olduğunda, suçlanan ülke dışındaki tüm üyelerin oybirliği ile gerçekleşebilir. İki ülke itham edildiğinde ise, biri diğerine destek vereceğinden bu maddeyi işletmek mümkün değildir. Zaten Polonya ve Macaristan’ın yalnız olmayabilecekleri de son günlerde, Slovakya’nın AB içinde göçmen kabul sistemi konusunda yaptığı çıkıştan anlaşılabiliyor.
AB’nin yaptırım uygulayabileceği başka bir boyut ise, AB bütçesinden üye devletlerin alacağı finansmanı, hukukun üstünlüğü ilkesine riayet edilmediği hallerde kısabilmek veya tümüyle askıya almak… Macaristan ve Polonya’ya şu anda uygulanan da bu prosedür, çünkü böylesi bir uygulama, Ağırlıklı Nitelikli Çoğunluk denilen ve oyların yaklaşık üçte ikisine yakın bir ittifakla alınabiliyor.
Bu bütçe gelirleri, Polonya ve Macaristan gibi ekonomileri zaten pandemi dolayısıyla da iyice sarsılan ülkeler açısından çok önemli. Ama daha da önemlisi, giderek daha fazla milliyetçi ve popülist bir üslubu benimsemiş bu hükümetler için, siyasi anlamda sineye çekilmesi zor birer tokat anlamı taşıyor.
Bütçe şantajı üzerinden hukuk devleti
Polonya ve Macaristan hükümetlerinin yaptıklarına, günlük lisanda esasen şantaj denir… AB’nin önümüzdeki yedi yıl için önerdiği bütçe, şimdiye kadar görülmemiş büyüklüğe sahip bir finans kaynağı oluşturuyor. Normal koşullarda AB bütçesi, üye devletlerin GSYİH’larının yüzde biri düzeyindedir. Ortalama bir ulusal bütçe ise, GSYİH’nın yüzde 35 ila 40’ını kapsayacak orana çıkabilir. Yani AB bütçesi ulusal bütçenin ancak kırkta biri kadar büyüktür.
Bu kez, tarihinde ilk defa, AB bütçesine 750 milyar Avro ek bir finansman paketi ekleyerek Anlaşmalarda öngörülen sınırların çok üstüne çıkmayı başardı. Bu ek finansman paketi, pandemiden etkilenen KOBİ’leri ve aile işletmelerini desteklemeyi hedefliyor. Fikri ortaya atan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron idi. Almanya, ilk önce temkinli davransa da, Şansölye Angela Merkel uzun vadede bu tür bir ek finansmanın AB bütünleşmesini nasıl güçlendirebileceğini anladı ve destek verdi.
Bu, 1947 yılında Avrupa ekonomilerini ayağa kaldıran ABD Marshall Planı’ndan sonra, bu cesamette ikinci büyük kurtarma planı olacak.
AB’de yükselen milliyetçilik
Peki, neden bu tür bir plan baltalanır? Macaristan’da giderek yok olan basın hürriyeti ve Polonya’da giderek artan anti-demokratik yasalar AB’de giderek daha fazla endişe kaynağı oluyor ve hoşgörüsü yıpranıyor. Bu ülkelerdeki gelişmeler, “AB Üyeliğinin” etkilerinin sınırlarını göstermesi açısından da ilginç bir tablo oluşturuyor.
Sıklıkla yapılan, muhtemelen de çok doğru olmayan bir analiz, eski Sosyalist ülkelerin popülizme daha açık, daha yatkın oldukları… Gerçekten de bu ülkelerde her aşamada ulusal egemenliğin altı her fırsatta kalın çizgilerle çiziliyor. Elli yıla yakın süre Sovyet kontrolü altında kalmış oldukları göz önüne alındığında, bu çok şaşırtıcı bir tepki gibi görülmeyebilir. Popülizm ve bölgecilik, milliyetçilik her yerde kendine yaşam alanı bulabiliyor. İtalya ve Avusturya ilk akla gelen örnekler olsa da, Brexit yanlılarını iktidara taşıyan, bunu da AB ile herhangi bir anlaşma, bir koruma sistemi öngörmeden yapan Birleşik Krallık seçmeni de çarpıcı bir “popülizme inanç” vakası olarak önümüzde duruyor.
AB üyeliğinin çekiciliği kalmadı mı?
AB bütünleşmesinin elinde, tarih boyunca yalnızca tek bir sihirli değnek vardı. Ülkelerin ekonomik olarak bütünleşmeleri, zaman içinde ulusal çıkarların birbirlerine yakınlaşması… Altmışlı yıllarda çok iyi işleyen bu sistem, yetmişli yıların engebeli yollarında, iki petrol krizinin de etkisiyle “Avrupa şüpheciliği” denilen ve AB’nin bir işe yaramadığını savunan görüşün doğmasına neden oldu. İngiltere gibi belki yanlış ve sorunlu bir genişleme de bu şüpheciliği iyice körükledi. Seksenli yıllar toparlanma ve yeniden yapılanma, doksanlar ise AB’nin Jacques Delors yönetiminde yaşadığı altın yıllar oldu. Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin de dağılmasıyla AB, yegane örnek haline geldi. Sadece Avrupa’da değil, Kafkaslarda, Ukrayna’da hattâ kimi Orta Doğu ülkelerinde dahi bir gün AB üyesi olabilmek, ortak bir rüyaya dönüştü.
Türkiye, bu alanda en büyük hayal kırıklığını ve kopmayı yarattı. Üye olabilecek koşulları ve ekonomik gelişmeyi yakalamış bir Türkiye, müzakere masasına oturduğunda, AB ülkeleri bu denli büyük bir Müslüman nüfusu olan ülkeyi almaktan korktular, müzakereler olabilecek en utanç verici manevralarla baltalandı. Bu dönüm noktasından sonra giderek otoriter bir rejime dönüştüğü eleştirileri altındaki Türkiye içinse AB siyasi kıstasları hala çekiciliğini koruyor.
Türkiye açısından bakılınca
Teori ile Pratik arasındaki çelişki belirginleşirse, zaman içinde tehlikeli sonuçlar doğabilir. Sovyet sistemi, söylenenlerle yapılanlar arasında bağlantı kalmadıkça zamanla çürüdü ve buharlaştı. AB için aynı analizi yapmak doğru olmaz. Ne var ki, 2005 genişlemesinden bu yana, AB küçük bir BM forumuna dönüşme eğiliminde. Üye devletler kısa vadeli çıkarlarını savunmanın ötesinde adım atmak istemiyor ama Tek Pazarı çalıştıracak kararlar hala alınabiliyor. Diğer yandan, AB ekonomik temelini sağlamlaştırmak için önemli hedefler koyuyor. Yeşil Hedef, ekonomik toparlanma finansmanı, çok iddialı ve geniş ufuklu adımlar oluşturuyor. Ancak bu adımları atacak üye ülkelerin, Rusya’nın denizaltısı rolünü üstlenen Güney Kıbrıs Rum Kesimi gibi davranan devletler olmaları, AB’nin geleceğine inanan geniş kesimler için yenilir yutulur bir görüntü de oluşturmuyor.
AB sonuna mı yaklaşıyor? Bu, her şeye rağmen uzak bir ihtimal. Zaten AB ülkeleri için böylesi bir gelişme felaket sonuçlar verir, ama unutmamak gerekir ki Türkiye açısından da, AB’nin çökmesi hiç hoş olmayacak bir senaryo oluşturur.