Başlığın Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” kitap adına göndermesi açık kuşkusuz, ben de “Salgın Günlerinde Aşk” diye bir başlığı tercih ederdim. Ancak durumlar çok vahim.[1] Zaten salgın öncesinde inkâr edilen, sonrasında da ‘varlığı teslim’ edilmekle birlikte “telaffuz edilmeyen” bir ekonomik krizin ortasındaydı Türkiye. Öte yandan 2019 yılı sonunda dünyanın salgına bu denli teslim olacağı henüz anlaşılmamıştı. Nisan-Haziran 2020 aylarında Avrupa’da gerçekleşen toplu ölümlerin “saydamlıkla duyurulması” ardından Türkiye tarafı, öyle görünüyor ki, yaz aylarında turizm hareketine sekte vurmamak için “saydamlıktan vazgeçip” vaka sayılarını sakladı. Yaz sezonunun sona ermesiyle birlikte “saydamlıktan vazgeçmenin ağırlığı” halk sağlığını tehdit eder boyutlara geldi ve aşama aşama, Covid-19 ile ilgili olarak gerçek vaka+hasta sayılarını açıklama noktasına gelindi.
Evdeki hesap, çarşıya uymadı. Eylül-Ekim aylarından başlayarak grip ortamlarının desteklediği bir Covid-19 vaka artışı bekleniyordu; ancak yaygınlaşma, yaz aylarının rahat davranışıyla daha erken geldi. Bugün Aralık 2020 ortasında, dünya başlangıçta şaşkınlıkla karşıladığı rakamları daha rahatlıkla telaffuz edip sindirir durumda, çünkü bir yıl içinde salgından ölenlerin sayısı 1,5 milyonu aştı; psikolojik açıdan, başlangıçta herkesi hayrete düşüren, “Canım, İspanyol gribinden de 2,5 milyon kişi ölür müymüş?” pozisyonu hızla geride kaldı.
Covid-19 ve eğitim dünyasında paydaş refleksleri
Salgının zorunlu kıldığı, eğitim ve hizmet sektörünün genelde üzerine yaslandığı yeni durum, “uzaktan erişim” konusu oldu. Türkiye’de Mart 2020 başından itibaren salgının vuracağı anlaşılınca pek çok eğitim kurumu, resmi-özel-vakıf olduğuna bakmaksızın, etkinliklerini “uzaktan” (online-remote) yapma kararı verdi. Bu konuda pek çok üniversite ve K12 kurumu çok hızlı kararlar alıp, geçişi kolaylaştırdı.[2] O kadar ki Yükseköğretim Kurulu ve Milli Eğitim Bakanlığı bile çok sonradan bu kararlılığı gösterebildi; bir bakıma arkadan geldi.
Ancak kurumların bu hızlı uygulama kararı ve izleyen pratik, bu kez yine aynı kurumların kimi üyelerini yaya bıraktı. Şöyle ki zaten belli ders programları-sözleşmeler-müfredatlar ile bağıtlı olan üniversiteler ve K-12 kurum yöneticileri ve kimi üyeler, üretilen işe değil, çalışanlarının kurum mekânlarında verdikleri mesaiye kilitlendiler: Bir bakıma, “uzaktan/online” hizmet alımını anlamadıklarını kanıtladılar. Bunlardan bir bölümü, zaten kendilerine çok “yeni” gelen duruma, yüz yüze erişim olmaksızın eğitim-öğretimin “yapılamayacağını” öne sürerek, direnmişlerdi: Hemen sonrasında geniş katılımlı, oldukça “başarılı” uzaktan eğitim pratiği onları ikna etti ve katıldılar. Bu kez, Haziran 2020 ile birlikte, hızla yüz yüze eğitime geçme kararı verdiler ancak ülkedeki salgın profili ve muhasebesi bu isteğe yine ket vurdu.
Çalışanı “mekâna bağımlı görme” akut refleksi
Sistemik kapitalizmden kaynaklı şöyle bir kronik durum var: Kurum yöneticileri ve kimi üyeleri, kendi çalışan öğretmenini, müdür yardımcısını, kendi öğretim üyesini ‘kendisine mekân üzerinden tabi’ kılmak istiyor. Yansıttığı her niyet, bunu gösteriyor ve ikna olmak yok; düzenin kronik durumu akut sinyaller veriyor; illa reel gerçeklik üzerinden “kanıtlanarak” yanlışlanma bekleniyor. Akut durum gösteriyor ki “çalışanı mekâna bağımlı görme refleksi” yalnızca yönetimlerin değil, kimi çalışanların da alışkanlığı olmuş. Bu denli içselleştirilmiş bir mekân-kurum ilişkisi, adeta “kölelik şartlanması”, sayısal/uzaktan ortama hazırlıksız olunduğunu kanıtlamakta. Öğretim üyesi ya da müdürün, bakan ya da devlet başkanının “söz dinlemesi” ve durumu kavraması için illa bizatihi kendilerinin virüse yakalanması mı gerekiyor? Aşağıdaki diyaloglar, durmadan tekrarlanıyor:
– Tamam, uzaktan eğitim verebilirsiniz; ama gelin kurumdaki odanızdan verin.
– Herkese bir oda verebiliyor musunuz?’
– Hayır.
– Tamam, evinizden vereceksiniz ama hem uzaktan/hem de melez kararı alalım; öğrencilerimiz ve velilerimiz eğitim-öğretimi yüz yüze vermekteki kararlılığımızı görsün.
– Öğrenci arada bir yüz yüze derse girmeye razı olacak mı?
– Hayır!
– Peki, ya yabancı ya da kent dışı öğrenciler bu amaçla kente geldiklerinde, kendilerine virüsten muaf, steril yurt olanağı sunabiliyor muyuz?
– Yüz yüze derse girmeye razı olan kent içi öğrencimiz okula gelirken, ya da kurumda öğle yemeği yerken, virüse yakalanırsa ne yaparız; önlemimiz var mı?
– Olağan zamanlarda bile herkese zamanında yemek imkânı sunamazken, “sosyal mesafeli” bir yemek salonu sunabilecek miyiz kendilerine? Yemek sıra ve süresi yetmediği için öğrenci yerleşke dışında yemek yiyip virüse yakalanırsa bunu üstlenebilecek miyiz?’
Yukarıdaki bütün sorulara yanıt, ‘Hayır!’
Eğitim alanında çalışanların “kendilerini mekâna bağımlı tutma refleksi” ancak gerçeğin soğuk eli ya da tokadı tenlerine değdiğinde yıkılıyor. Tokadı diyorum çünkü kimi üniversiteler ve K-12 kurumları yüz yüze eğitimde ısrarcı oldular ve izleyen haftalarda vaka artışı nedeniyle kapatıp uzaktan eğitime geçmek zorunda kaldılar.
“Alışkanlık yaratan sistem içi reflekslerinizi kırın!”
O zaman nereden kaynaklanıyor mekânsal sabit fikir ve refleksler; niye herkes durumu hep birlikte öğrenmeye çalışmıyor? Emek harcayıp okumuyor? Konuyu bilen kişiler ve uzmanlarla hızlı müzakere edip görüş toplayarak karara yansıtmıyor da, köşesinde oturup “ahkâm kesmeyi”[3] tercih ediyor? Covid-19 salgının en önemli bileşeni mekânsal oluşu ve kaynağı insan… “Sosyal mesafe” terimi ve kavramı tartışıldı; bir sürü oranlama ve çizelgeyle kurumlar özdeğerlendirme yaptı. Üstelik bu konuda devlet-özel-vakıf ayrımı yapmak da anlamsız: Bütün süreç boyunca kimi çalışanlar hep arkadan geldi; uzaktan eğitim pratiğinin zorunlu kıldığı yeni eğitim-öğrenim-ölçme-değerlendirme kıstaslarını ve yeni kararlar altyapısını algılayamadı bile.
Oysa 2020 Nisan ayında bile yurtdışı kurumlarla görüştüğünüzde, konu ve uygulamanın “aklın yolu bir” dedirtecek noktaya geldiğini gözlemliyordunuz.[4] Kurumların kendi varlıklarına ve işleyiş sistemlerine, kendi misyon ve vizyonlarına özgüven duymalarını sağlamak çok doğal; YÖK bu noktaya çok geç geldi. Yine de geldi ve yolumuz daha da uzun gibi görünmekte. Bu arada hatırlamak iyi olabilir: Covid-19 gibi bir salgına 1990’lı yıllarda yakalansaydık, uzaktan erişim ve tüm eksiklikleriyle kurumlara telafi etme fırsatı verebilecek sistemler ve uzaktan etkinlik yapma imkânı olmayacaktı. Yani bu konuda da yolumuz uzun gibi görünmekte.
Hem adı üzerinde Covid-19, Covid-21 olmak üzere; öyle değil mi?
[1] 18 Aralık 2020 itibariyle, günlük salgın ölüm sayısında resmi olarak açıklanan Türkiye toplamı 244 ölümün 352’si İstanbul’dan.
[2] Eklemeye gerek var: Gerek üniversitelerin, gerekse K-12’lerin ‘uzaktan eğitime’ hazırlıktaki farklılıkları, eğitim alanında varolan eşitsizlikleri daha da derinleştirdi.
[3] Ahkâm kesmek: Hükümler, kararlar vermek.
[4] https://www.arkitera.com/haber/eksigimiz-buyuk-resim/ Türkçede ilk yayını: 30 Nisan 2020.