Boğaziçi Üniversitesi, dışarıdan rektör ataması sonrasında başlayan protestolar ve polis müdahalesi ile uzun süredir gündemde. Üniversite, Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından birisi. Adını aldığı Boğaziçi ise aslında sadece bir coğrafyayı değil, bir tarihi; “Boğaziçi Medeniyetini” de anlatıyor.
Boğaziçi, Bizans öncesinden, Antik Yunanca Bos (Geçit) ve Poros (Öküz) sözcüklerinin bileşimi olan Bosporus (Öküz Geçidi) olarak anılmış. Halen uluslararası metinlerde Bosphorus olarak anılıyor Boğaziçi, Üniversite de öyle. Tesadüfe bakın ki İngiltere’nin en köklü üniversitelerinden Oxford da İngilizce Öküz Geçidi anlamına geliyor. Bosporus; Antik Yunan Mitolojisinde, Zeus’un sevgilisi olan İo’nun, Asya ile Avrupa arasındaki yolculuğunu simgeliyor.
Ancak bölgede kalıcı yerleşimin başladığı, Bosphorus’un Türkçe bir sözcük olan Boğaziçi’ne dönüştüğü, “Boğaziçi Medeniyeti” kavramının doğduğu dönem Osmanlı Dönemi’dir. Gerçek bir İstanbul aşığı olan Yahya Kemal, Aziz İstanbul eserinde, Boğaziçi’nin “tamamen Türklerin eseri” olduğunu ve Türklerin Boğaziçi’nde kendine özgü bir medeniyet kurduklarını yazar.
Boğaziçi Medeniyeti
“İstanbul Medeniyeti” kavramı, şehrin kamusal alanını ifade ederken; Boğaziçi Medeniyeti şehrin özel alanını ve günlük yaşamını ifade eder. Boğaziçi Medeniyeti denildiğinde; 17. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadarki dönem akıllara gelir. Bu dönemde hem Doğu’dan hem de Batı’dan beslenen Boğaziçi doğası, yaşam tarzı, sarayları, bahçeleri, yalıları ile güzellik ve huzurun birlikte yaşandığı bir bölge haline gelir.
Günümüzde ne yazık ki yalnızca zihinlerimizde yaşayan Boğaziçi Medeniyeti, kendisine duyulan sevgi ve özlem ile, Türk roman ve şiirinin sıkça konusu olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında İstanbullular için şöyle der: “ne İstanbul’u ne Boğaz’ı ne eski musikiyi ne de sevdiğini birbirinden ayırmaya imkân bulamayan insanlar.”
Dönemin yabancı eserlerinde ise, Boğaziçi’nin “İstanbul’a gelmiş olma”yı ifade ettiğini görürüz. Bu ifade, İstanbul’a girişin Boğaziçi’nden deniz yolu ile gerçekleşmesinden gelir. Bu sebeple dışarıdan gelenler için bir umuttur da Boğaziçi.
Üniversitenin kurulması
Boğaziçi Medeniyeti’nin günümüzdeki simgelerinden olan Boğaziçi Üniversitesi’nin temelleri, Robert Kolej’ine dayanıyor. Islahat Fermanı’nın 1856’da ilan edilmesi sonrası oluşan özgürlükçü ortamda, Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı tarzı yüksek öğretim kurumları kurma fikri ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Amerikan Misyon Heyeti’nce İstanbul’a Protestan misyoner olarak gönderilmiş olan Cyrus Hamlin ve Amerikalı iş adamı Christopher Rheinlander Robert, 1863 yılında Robert Kolej’i kurarlar. Bu üniversite; aynı zamanda ABD dışında kurulan ilk Amerikan Üniversitesi’dir.
Robert Kolej’in ilk Yönetim Kurulu, okulun ırk, din, milliyet ayrımı olmaksızın tüm öğrencilere kapısını açması ve siyasete karışmaması kararını alır. 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla yüksek öğretim kurumu açma yetkisinin devlete geçince hükümet Koleji ortaöğretim kurumu yapmış. 1971’de değişen yasayla okulun ismi Boğaziçi Üniversitesi olarak değiştirilerek yeniden eski statüsüne kavuşmuş. Türk ve Amerikan yetkililerin katılımıyla düzenlenen törenle, dönemin Milli Eğitim Bakanı Şinasi Orel tarafından yeniden üniversite kabul edilmiş. 2002 yılında kaybettiğimiz, değerli eğitimci Aptullah Kuran ise Boğaziçi Üniversitesi’nin kurucu rektörü olur.
Yaşanan olaylar ilk değil
Boğaziçi’nde yaşanan olaylar; Boğaziçi için de diğer üniversiteler için de ne yazık ki bir ilk değildir.
Örneğin; ODTÜ öğrencilerinin, üniversitelerine atanan rektörlere karşı gerçekleştirdikleri 2016 ve 2018 yıllarındaki protestolar hala akıllardadır. 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mehmed Özkan’ı rektör atamasında da benzer protestolar vardı.
Bu defaki olayların farkı, Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan atanmasından ve siyasi bir kişilik olması. Bulu; daha önce AKP’de idari görevler almış, belediye başkanlığı ve milletvekili adaylık başvurularında bulunmuş bir isim. Akademik geçmişinde intihal kuşkularının bulunması da söz konusu. Nitekim Bulu’nun rektör atanmasına sadece öğrenciler değil, öğretim kadrosu da karşı çıkıyor ve onlar da protestolarını sürdürüyor.
Peki, üniversitelerin özgürlükçü tutumları ve ülkemizin demokratikleşme süreci göz önüne alındığında, tekerrür eden tarihten ders çıkarmayan, öğrenciler midir? Onları dinlemeden, anlamaya çabalamadan devam etmek doğru mudur? Yoksa bu öğrenciler “diğeri” ya da “onlar” değil de bizim geleceğimiz midir?
Dünyaya beyin göçü sorunu
Boğaziçi Üniversitesi gibi saygın üniversitelerimizde eğitim alan, ülkemizin en bilgili, en zeki öğrencilerinin beyin göçü ile dünyaya dağılmaları artık durdurulmalıdır. Bu öğrencilere ülkemiz içerisinde uygun çalışma ortamı sağlanmalı ve ülkemize yapacakları katkı desteklenmelidir. En önemlisi de öğrencilerin evrensel ve anayasal hakları olan ifade özgürlüğü çerçevesinde düşüncelerini dile getirmeleri engellenmemesi. Gençlerin görüşleri dikkate alınmalıdır. Kaldı ki söz konusu durum, demokrasinin özümsenmesi bağlamında, üniversitelerin kendine has yapıları sebebi ile sahip oldukları eşitlikçi ve özgürlükçü anlayışlarına da aykırıdır.
Üniversiteler; özü itibariyle bilimin, ilimin, sanatın ve eğitimin gelişim alanı olup bünyesinde yüzlerce bilim insanı ve araştırmacıyı barındırır. Bu insanlar, ülkemizin aydınlık yüzleri, kendilerini yönetecek kişileri seçmekte de doğal olarak hak sahibidirler. Kaldı ki bu isteklerini ifade etmelerinin engellenmesi söz konusu dahi olmamalıdır.
Diğer üniversitelerimiz gibi Boğaziçi’nin de kulak verilmeye, dikkate alınmaya, anlaşılmaya ve hak ettiği değerin verilmesine ihtiyacı var.