12 Mart Cuma günü Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Ekonomik Reform Paketi açıklandı. Para politikası üzerine çalışan bir iktisatçı olarak en çok dikkatimi çeken ve anlamaya çalıştığım ifade şu oldu:
“İkide bir fiyat istikrarı diyorlar ya biz onu bir kenara koyduk. Yeni dönem dört temelin üzerinde bina edilecek. Yatırım, istihdam, üretim, ihracat. Bu amaçla harcama disiplini, kamu borç yönetimi vergi düzenlemeleri kamu alım ihaleleri gibi hususları kapsayan yeni politikaları hayata geçiriyoruz.”
Bu ifade birbirine tamamen zıt şekilde yorumlanabilir:
1) Uzmanların sürekli fiyat istikrarı vurgusu yapılması politika yapıcılar olarak bizim de farkındalık ve hassasiyetimizi artırdı. Bunu artık tartışmaya bile gerek görmüyoruz. Bu zamana kadar enflasyon hedeflemesinin başarılı olmadığı, fiyat istikrarının sağlanamadığı doğrudur. Ancak bundan sonraki dönemde yeni Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın sürekli vurguladığı üzere yüzde 5’lik enflasyon hedefini tutturma konusunda kararlı olacağız.
2) Gündemimizde fiyat istikrarından daha önemli konular var. Bugüne kadar fiyat istikrarı bizim için bir öncelik olmadı. Bundan sonra da olmayacak. Kısa vadeli ve büyüme odaklı politikalar bundan sonra da tercihimiz olacak. O nedenle Naci Ağbal öncesi dönemde benimsenen önceliklere geri döneceğiz.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “fiyat istikrarını bir kenara koymak” ile bu yorumlardan hangisini kastettiğini tam olarak kestirebilmek zor. Piyasalar da benim gibi önümüzdeki günlerde bunu anlamaya çalışacaktır. Bu noktada 18 Mart tarihindeki PPK toplantısının önemi daha da artıyor.
Son dönemde ABD tahvil faizlerindeki artışla beraber gelişmekte olan ülkelerden para çıkışı olması, bu ülkelerin para birimlerini zayıflattı. Türk Lirası diğer gelişmekte olan ülke para birimlerine göre negatif ayrıştı. Şubat sonrası dönemde en çok değer kaybeden para birimi oldu. Zira henüz denenmemiş, uzun vadeli kararlılığı tam da bilinemeyen bir ekonomi yönetimine ilave olarak halihazırdaki kırılganlıkların yarattığı tedirginlikler risklerimizi artırdı. Gelmiş olduğumuz nokta, Ağbal sonrası dönemde kurulan dengelerin de ne kadar kırılgan olabileceğini gözler önüne serdi.
TL’deki değer kaybı, kurdan enflasyona olan geçişkenlik sebebi ile fiyat istikrarını sağlamak için gerekli olan politika faizini de yukarıya çekiyor. Bu noktada birbirini besleyen bir kısır döngü başlıyor. TL değer kaybettikçe enflasyon yükseliyor. Enflasyon yükseldikçe ileride daha da artması bekleniyor. Bu beklenti ile kur daha çok değer kaybediyor. Nihayetinde TCMB’nin sene sonu hedeflerine ulaşabilmesi ancak daha şahin bir duruşla, daha fazla faiz artırımı ile mümkün olabiliyor.
Geçtiğimiz haftalarda bu kısır döngüyü kırabilmek amacı ile TCMB başkanı Naci Ağbal bir yazı kaleme almış, bir kez daha fiyat istikrarı vurgusu yapmış ve yüzde 5’lik hedefe ulaşma konusunda kararlı olduklarını dile getirmişti. Ağbal’ın bu vurgusu enflasyon beklentilerindeki bozulmayı sınırlandırmayı amaçlıyordu. Muhtemelen bu çıkışın altında pandemi döneminde faiz artırmak zorunda kalan bir merkez bankasının yolu en az hasar ve en az faiz artırımı ile tamamlama çabası yatıyordu.
Sözlü yönlendirmelerin etkin olabilmesi için inandırıcı bir tehdit olması gerekiyor. Piyasalar, enflasyon beklentilerinin düşmemesi durumunda TCMB’nin faiz silahını istediği gibi kullanacağından emin olurlarsa o zaman faiz artmadan da beklentileri aşağı çekmek mümkün olabilir. Ağbal da görevde bulunduğu 5 aylık dönemde yaptığı 675 baz puanlık faiz artırımının satın aldığı kredibiliteye güvenerek bu eli oynadı. Eğer ABD’den esen rüzgar kuvvetlenmese bu elin başarılı olma ihtimali de vardı. Ancak Cuma günkü açıklamalar bu ihtimali daha da zayıflattı.
Hangi senaryo?
TL’deki değer kaybının devam ettiği bir ortamda reform paketi kapsamında sarf edilen sözler işte bu nedenle önemli. Eğer birinci yorum söz konusu ise 18 Mart’taki PPK toplantısında güçlü bir faiz artırımı gelme olasılığı artar ve bu durum kur üzerindeki baskıyı azaltır. İlave olarak sürdürülebilir büyüme için fiyat istikrarının ön koşul olarak benimsendiği algısını güçlendirerek risk primini de azaltır.
Şayet ikinci alternatif söz konusu ise o zaman 18 Mart’taki toplantıda TCMB’nin pas geçmesi ya da yüzde 1’lik piyasa beklentisinin altında bir faiz artırımı söz konusu olabilir. İşte bu noktada başkan Ağbal’ın işi oldukça zorlaşır. Çünkü göreve geldiği andan itibaren, hükümetten ne kadar bağımsız hareket edebileceğine dair piyasaların kafasında yer alan endişelerin tetiklenmesi, zor kazanılmış olan kısmi bir kredibilitenin kaybı söz konusu olabilir.
Fiyat istikrarı komitesi
Bu iki alternatiften hangisinin kastedilmiş olduğunu bilemiyorum. Ancak geçmişteki tecrübeler ve fiyat istikrarı konusunda gösterilen zayıf performans, ikinci yorumun daha muhtemel olabileceğini düşündürüyor. İlave olarak, reform programı kapsamında bir “fiyat istikrarı komitesi” kurulması bu endişelerimi artırıyor. Merkez Bankası’ndan ayrı olarak kurulan bu tür bir komitenin ne tür bir işlevi olabileceğini kestirmek güç. Zira kanunla kendisine verilen görevi fiyat istikrarını sağlamak olan Merkez Bankası’nın yapamayacağı hangi görevin bu komite tarafından yerine getirileceğini bilemiyorum. Merkez Bankası’ndan ayrı olarak çalışan böyle bir komitenin dünyada benzerini de duymadım. Belki örneği vardır ancak yaygın bir uygulama olmadığı aşikar. Hazineye bağlı olarak çalışacak olan bu komitenin merkez bankası bağımsızlığını zedelemesi, tek ağızdan olması gereken para politikası iletişimini bulandırması, ve tabii “fiyat istikrarını bir kenara koyma” risklerini göz ardı edebilmek çok zor.