Avrupa Birliği liderleri adına Konsey Başkanı Charles Michel’in 25 Mart’taki beyanından yaptırım çıkmaması, nedense Ankara’yı pek memnun etti. Dışişleri Bakanlığı AB açıklamasını olumlu buldu. Ardından ABD Başkanı Joe Biden’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a iklim zirvesi daveti geldi. Gerçi özellikle Biden, Yunanistan Başbakanı Kriyakos Miçotakis’i Yunanların Türklerden bağımsızlıklarını almasının 200’üncü yılını kutlama telefonundan sonra Erdoğan’ı da arayabilirdi. Ama onun yerine kırık ülkenin katılacağı video konferansa davet gelmesi de yandaş basında zoraki bir memnuniyet dalgasına yol açtı. Oysa her iki gelişme de ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye bakışlarındaki yeni kriterleri gösteriyor. Ve bu kriterler -AK parti iktidarını ayrı tutarak söylüyorum- hiç de iç açıcı değil, tersine hayli can sıkıcı.
Hem ABD hem AB’nin bu ilan edilmemiş yeni kriterleri üç temel noktaya dayanıyor:
1- Rusya’yı durdur, en azından yanına geçme,
2- Müslüman göçmenleri durdur, en azından yavaşlat,
3- Yunanistan’ı ve Kıbrıs Rumlarını rahatsız etme.
İnsan hakları ve demokrasi mi? Güldürmeyin lütfen, geleceğiz oraya.
Etkili Batı yönetimlerinin bu kriterleri yeni icat etmedikleri ama şimdiye dek daha “yumuşak güç” etkenleri perdesi ardında tuttukları söylenebilir. O yumuşak güç etkenleri ise Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Gümrük Birliği olarak özetlenebilir. Ancak 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminde Batıyı suçlayan Erdoğan’ın Batı ittifakından özerk siyaset izlemeye başlaması üzerine netleşmeye başladığı görülüyor.
Erdoğan darbe girişiminden hemen sonra askeri diplomasi izlemeye başladı. Suriye topraklarına ilk giriş Cerablus operasyonuyla darbe girişiminden yalnızca beş hafta sonradır.
15 Temmuz, Erdoğan ve dış politika ekibinin (*) NATO’ya asgari yükümlülükleri aksatmama, ama onun dışında NATO’dan bağımsız karar alma siyasetini geliştirmesine yol açtı. Bunu AB ile ilişkilere de uyarlamak ve Batıyla ilişkilerde Erdoğan Kriterleri olarak adlandırmak da mümkün. Erdoğan kriterleri ağırlıkla askeri gücün kullanılmasına, askeri diplomasinin devreye alınmasına dayanıyor. Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Azerbaycan-Ermenistan ve Karadeniz siyasetinde, diplomaside askeri manivelayı kullanıyor. TSK ve MİT, en az Dışişleri kadar önemli rol oynadı ve oynuyor.
Erdoğan’ın 2016 sonrası uygulamaya başladığı dış politikanın en açık göstergesi Rusya’dan alınan S-400 hava savunma füzeleri oldu. ABD bunun üzerine Türkiye’nin üretimine ortak olduğu F-35 uçaklarına el koydu, savunma sanayii yaptırımları ilan etti. Suriye’de Rusya ve İran ile işbirliğine gidildi. Bu politika Suriye’yle sınırlı kalsa AB’nin de belki Fransa hariç o kadar umurunda olmazdı. Ama Libya’da işler değişmeye başladı. Çünkü Libya konusu bir yanıyla Yunanistan ve Kıbrıs Rum Hükümetini rahatsız ediyordu. Diğer yandan da Fransa ve (Erdoğan’ın “Darbeci Sisi” diyerek ilişkileri askıya aldığı) Mısır’ı. Doğu Akdeniz’de, coğrafya, tarih ve siyaseti hiçe sayarak Türkiye’yi dışlama girişimleri böyle başladı. Bu dışlama çabası Ankara’yı daha da keskinleştirdi. Dönüm noktası AB’nin Ekim 2020 toplantısı oldu. ABD’deki Başkanlık seçiminin hemen öncesinde yapılan bu toplantıda AB yönetimleri Türkiye’yle ilgili stratejik adımları artık ABD ile birlikte atmayı kararlaştırdı. Bunun sonuçlarını, bugünlerde yaşıyoruz. Biden, zaten video konferansla yapılan AB zirvesine hitap etti.
Bu, daha bir gün öncesine dek Türkiye’deki insan hakları ve demokrasideki gerilemeler konusunda kuvvetli endişe beyan eden AB’nin, Doğu Akdeniz’deki, gelişmeler nedeniyle Türkiye’yle ilişkilerin iyiye gittiğini beyan ettiği 25-26 Mart zirvesiydi. Belki de Türkiye’den artık aday diye söz edilmemesine, Kıbrıs Türklerinin anılmamasına rağmen Dışişlerinin -âdet yerini bulsun tepkisi iliştirilse de, AB’nin tutumunu olumlu bulmasının nedeni buydu. Yunanistan’la iki “istikşâfi” görüşme yapılmış, savaş gemileri Kıbrıs açıklarından geri çekilmişti ve bu da AB başkentlerine yeterliydi. Açıkçası Türkiye’nin 1999’da Ecevit hükümeti devrinde kabul edilmiş olan AB üye adaylığı 2021’de Erdoğan hükümeti döneminde fiilen ortadan kalkmış durumdaydı. Türkiye, Rusya ve Orta Doğu’ya karşı tampon rolü üstlendikçe, Müslüman göçmenleri AB sınırında tuttukça ve AB üyeleri Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni rahatsız etmediği sürece varsın ne istiyorsa yapsındı. ABD’nin tutumunda göçmen maddesi yerine S-400 vardı, fark oydu. ABD ve AB’nin Türkiye’deki demokratik hak ve özgürlükleri siyasi-askeri çıkarlarına manivela olarak görme ikiyüzlülüğü de bir kez daha tescillenmiş oldu.
(*) Erdoğan dış politikasını belirlerken yalnızca Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na danışmakla kalmıyor. Güvenlik ve Dış Politikalar Danışmanı İbrahim Kalın, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay da Erdoğan’ın dış politikasının belirlenmesinde önemli isimler.
MHP ile DEM Parti düşman çatlatmaya devam ediyor. Kötü anlamda söylemiyorum. Kürt işleri özellikle Suriye’de…
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…