Türkiye paralel evrenler ülkesi. Bir yanda her gün resmi rakamlarla 350 canın kaybolup gitmesine, 50 bin-60 bin kişinin hastalanmasına yol açan bir salgın. (21 Nisan’da ölüm sayısı 362, vaka sayısı 61 bin 967’ye yükselmişti.) Dolu yoğun bakımlar, yoğun bakımda yatak olmadığı için özel hastanelerde bile koridorda sedye üzerinde “takip edilmeye” çalışılan yoğun bakımlık hastalar. Bezmiş, tükenmiş, buna rağmen canını dişine takıp durumu kontrol etmeye, bir can olsun kurtarmaya çalışan sağlık personeli.
Diğer yanda yüzlerce kişinin, omuz omuza saf tuttuğu bir cenazede bir Bakan. Bilinmeyen bir zamana bırakılmış, bilinmeyen kıstaslara göre alınacak “daha sıkı” tedbirler olduğunu ima eden ve sonra da olayla hiç ilgilenmeyen bir salgın yönetimi. Gerçekten yönetmeyi düşünüyorlar mı? Salgını?
Bu hafta meslektaşım Ümit Kartoğlu’yla dünyada salgını kontrol etmekte başarılı olmuş, sayısı hiç de az olmayan ülkelerden birkaçının deneyimlerini Medyascope’tan Işın Elçin’in programında konuştuk. Kendim de konuşmacılardan biri olduğum için değil, bu başarılı örneklerden kendimize dair öğreneceğimiz çok şey olduğu için bu bağlantıyı tıklayarak mutlaka izlemenizi öneririm.
Salgın mücadelesi savaşa benzer
Kartoğlu, başarılı ülkelerden biri olan Güney Kore’nin salgın mücadelesi stratejisini anlatırken iki çok önemli noktanın altını çizdi. Salgın yönetimi liderliğinin her gün sabah düzenli toplandığını ve bu toplantıların aynı gün, sabah ve öğleden sonra belli saatlerde televizyonlardan yayınlandığını anlattı. Çok önemli bir şeffaflık örneği.
Ama onun ötesinde bir salgın, yine Kartoğlu’nun benzetmesiyle, aynen bir savaş gibi an ve an takip edilip, enerjik bir şekilde duruma uygun tedbirler alınmasını gerektirir. Bizde olduğu gibi uzun süre uykuya yatıp sonra arada bir hatırlanabilen bir şey değildir salgın. En son durumun gerektirdiği bilimsel tedbirler yerine, önceden başka mülahazalarla belirlenmiş bir iki yetersiz kısıtlamayı duyurarak yenemezsiniz virüsü.
Salgını kontrol etmekte başarılı olmuş farklı politik rejimleri, farklı ekonomik güçleri, farklı büyüklükte nüfusları, farklı gelişkinlikte sağlık altyapıları ve insan kaynakları olan ülkelerin bir ortak noktası daha var. O da, bilimsel gerçekleri, sınanmış ve etkili olduğu kanıtlanmış yöntemleri, kendi koşullarına uygun bir şekilde kullanmış olmaları. Kimisi çok erken ve enerjik davranarak hiç kapanma yapmadan kontrol sağlamış. Kimisi bulaşmanın yaygınlığı, filyasyonla sınırlanamayacak noktaya ulaşınca ulusal ya da bölgesel dört haftalık tam kapanmalar yapmış. Ama hangi yolu seçerse seçsin, hepsi hızla ve enerjik bir şekilde, ülkedeki bütün güçleri, yerel yönetimleri, sivil toplumu, özel sektörü vb. harekete geçirebilmişler.
Yapılması gereken ne varsa, tersini yapmak
Biz ise geçen yaz ve sonbaharı bir yana bırakalım, vakaların tekrar yükselmeye başladığı Ocak’ın üçüncü haftasından beri, mantık ve bilime göre yapılması gereken her şeyin tersini yapıyoruz. Vaka sayıları yükselirken, bunların yükselmesini önleyememiş etkisiz tedbirleri etkililerle değiştirmek yerine, onları da gevşetiyoruz.
Bu gevşeme toplumu daha da gevşetiyor. Üstüne üstlük, örnek olması gereken yetkililer kalabalıklar içinde fotoğraf vererek, hatta bunları teşvik ederek olumsuz mesajlar gönderiyor.
Mart başındaki gevşemeden sonra bulaşmanın daha da hızlandığı görülüyor.
Aldıran yok. Devam ediyoruz.
Nihayet Nisan başında salgın çığırından çıkınca yine tedbir almıyoruz, sadece alınacağını ilan ediyoruz. İleri bir tarihte. Hareketsiz beklemeye devam ediyoruz. Beklenen ileri tarih gelince tedbir paketinden çıka çıka, daha Ocak ayında bulaşmanın artmasını önleyememiş, devlet memurlarına esnek mesai, ve gece sokağa çıkma yasağının iki saat öne çekilmesi çıkıyor. Daha önce denenip, bulaşmanın hızlanmasını önleyememiş tedbirleri değerlendirmek için iki hafta daha bekleyeceğimizi söylüyoruz. Sonra salgını kendi haline bırakıyoruz. Diğer bir deyişle her 15-20 kişiden birisinin aktif bulaştırıcı olduğu şehirlerde vatandaşlarımızı virüsün önüne kurban olarak sürüyoruz. Ve hala bekliyoruz. Beklediğimiz her gün giderek daha çok insan ölüyor. Üstelik, bütün bu bulaşmayı bugün sıfırlasak bile bu ölüm sayılarının en az 3-4 hafta daha devam edeceğini biliyoruz.
Salgın yönetimi salgını yönetemiyor
Bu gidiş kendiliğinden durmayacak. Virüsü kendi haline bırakırsak her seferinde bir üst basamakta, her seferinde daha yüksek rakamlarla daha büyük acılar yaşayacağız. Şimdi, çok yakınlarına gelmiş hastalık ve ölümden korkmuş insanlar çekilebilecekleri kadar geriye çekildikleri için belki artış hızı biraz zayıflayacak. Ama memleketin her köyüne, her sokağına yayılmış virüs bu tedbirlerle de, 23 Nisan için ilan edilen üç günlük sokağa çıkma yasağıyla da kontrol edilemeyecek. Bu tür kısa süreli (virüsün kuluçka döneminin iki katı olan 28 günden daha kısa) sokağa çıkma yasakları yalnızca ev içi bulaşmayı hızlandırıp bulaştırıcıların sayısını birden ikiye, ikiden dörde çıkaracak.
Bu salgın yönetimi bu salgını yönetemiyor. Yönetmekle ilgilenmiyor da. Virüsle pazarlık edebileceğini, virüsü kendi takvimine uydurabileceğini sanıyor. Öncelikleri yanlış, üstelik salgını kontrol edemezse kendi önceliklerini bile (mesela turizmin canlanmasını) sağlayamayacağını görmüyor.
Bizim doğru belirlenmiş önceliklere, bilimin önderliğine, vatandaşların hepsinin sağlığını ve iyiliğini gözeten tedbirlere ihtiyacımız var. Ekonomimiz ne kadar kötü olsa da güçlü bir insan birikimimiz, dayanışma kültürümüz var. Hepimizin giderek imkânsız hale gelen virüsten bireysel olarak kendimizi korumak dışında, bir ülke olarak bu salgının üstesinden nasıl gelebileceğimizi, buna nasıl katkıda bulunabileceğimizi düşünmesi gerekli.
Hükümet salgınla mücadeleye toplum katılımını sağlayamadı. Doğrusu, bunun olmasını istediklerinden bile emin değilim. Ama salgınla mücadelenin en önemli koşulu bu. Toplumun çözümlere katılması şart. Kim bilir bazen de çözümü bulup göstermesi gerekiyor galiba.