Popülist iktidar partilerini seçimlerde yenmek kolay değildir. Özellikle de demokratik gerilemeler başlamışsa, ki popülist partiler yeterince uzun süre iktidarda kaldığında bu tür gerilemeler sıklıkla görülür. Çünkü, bu süre zarfında siyasi sistemi lehlerine dizayn etmişlerdir ve seçimlerle yerlerini kaybetmeleri çok zor hale gelmiştir. Öte yandan, liberal demokrasiden yana muhalif gruplar için seçimlerden başka meşru yol yoktur ve dolayısıyla çok dar bir manevra alanında sıkışmış olurlar.
Türkiye uzun süredir karşılaştırmalı siyaset çalışmalarında böyle bir siyasi ortama örnek gösterilmekteydi. Dolayısıyla, 2019 yerel seçimlerinde CHP’li muhalif adayların iktidar partisine karşı kazandıkları zafer çok ses getirdi ve bir muhalefet modeli olarak dünya çapında ilgi çekti. İçinde İstanbul ve Ankara gibi kritik illerin de olduğu 10 il iktidar partisinden alınmıştı. Üstelik bunların belki de en kritik olanında, yani İstanbul’da, seçimler iktidar partisinin itirazlarını takiben iptal edilince olay yerel siyasetten genel siyasete taşınmış ve muhalefetin zaferi de ulusal ölçekte anlam kazanmıştı.
Peki bu başarılı deneyimde muhalefetin stratejisi neydi? Bunca yıl üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi olmakla suçlanan, gereken hamleleri atmadığı, hatalı yollara takıldığı iddia edilen muhalefet bu kez neyi farklı yapmıştı?
Bu kritik sorunun, yani “muhalefet ne yaptı?” sorusunun cevabını son çalışmamızda meslektaşım Evren Balta ile birlikte araştırdık. İstanbul seçimleri özelinde muhalefetin 2019 seçim kampanyasını ve bu kampanyanın dayandığı söylemsel stratejeleri masaya yatırdık.
2019 İstanbul seçimlerinde muhalefetin söyleminde üç strateji ortaya çıkıyordu. Bunlardan birincisi, muhalefetin direkt çatışmadan ve mevcut kutuplaşmayı belirleyen fay hatlarından uzak durma konusunda gösterdiği kararlılıktı. Bu fay hatlarının bazıları inanç, yaşam tarzı gibi özelliklerken bazıları da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik duygulardı. Seçim kampanyası boyunca gördük ki İmamoğlu’nun yürüttüğü muhalefet kampanyası hiçbir noktada ne Erdoğan’ı, ne partisini, ne de hükümeti hedef aldı. En kaçınılmaz çatışma anlarında bile, örneğin muhalefetin seçim zaferinin iktidar partisinin şikayetlerini takiben iptal edilmesi noktasında bile isyanın muhatabı YSK oldu, Anadolu Ajansı oldu, ama doğrudan Erdoğan, AKP, veya hükümet olmadı. Tersine, seçim kampanyası boyunca İmamoğlu Erdoğan’la rekabet içinde olmadığını vurguladı, kendisinin de Erdoğan’la saygı çerçevesinde bir ilişkisi olduğunun altını çizdi. Direkt rakibi Yıldırım’a zaten neredeyse referans bile verilmedi, çok gerektiğinde kendisinden “rakibim” diye söz edildi.
Peki neden? Çünkü mevcut kutuplaşma ekseni üzerinden yapılacak bir “karşı kutuplaşma” ancak mevcut oy dağılımını yeniden üretecekti. Geçmişte AKP’ye oy vermiş seçmenin oylarına talip olan muhalefet biliyordu ki AKP’nin seçmen kitlesinde bir çözülme vardı ve bu seçmenler bu defa CHP veya başka bir partiye oy verebilirlerdi. Fakat bu seçmenler henüz Erdoğan’la gönül bağlarını koparmış değillerdi. Çözülmelerin sebebi AKP’nin son dönemdeki performansını beğenmemeleri, iktidar çevresinden bazı isimleri tasvip etmemeleri, ekonomik yönetimden hatta demokratik gerilemelerden memnuniyetsiz olmalarıydı. Fakat bunların sorumlusu olarak Erdoğan’ı görmüyorlar, görseler bile duygusal bağlarını kısmen de olsa koruyorlardı. O yüzden bu noktada Erdoğan’ı veya AKP’yi hedef alan bir söylem tam ters tepebilir ve çözülmek üzere olan seçmen grubunu tekrar Erdoğan etrafında konsolide edebilirdi. O sebeple “karşı kutuplaşmadan” var gücüyle kaçan muhalefet son derece sağduyulu bir yaklaşım benimsemiş oldu ve mükafatını gördü.
Bununla bağlantılı olarak, ikinci strateji, siyaset dilimize yerleşmiş “biz ve onlar” kavramlarının yeniden düzenlenmesiydi. Son yıllarda tam ortasından ikiye ayrılmış haldeki toplumu yeniden birleştirmek ve “biz” kavramını toplumun yarısından neredeyse toplumun tamamını içerecek şekilde genişletmek ikinci kritik noktaydı. Geçmişte gerek iktidar gerekse muhalif çevrelerde “onlar” diye tanımlanan kitle neredeyse toplumun %50’si olmuş iken, bu seçim kampanyası “onlar”ı “%1’den bile küçük olan bir azınlık,” “çeyrek asırdır şehri yöneten zihniyet,” “bir avuç iş adamı” gibi ifadelerle, “biz” kavramını ise “İstanbul’un dört bir tarafında yaşayan, her yaştan her inanıştan her kökenden, her cinsiyetten çoğunluğuz” diye tanımlamaktaydı. Bu farklı üslup kutuplaşmayla geçmiş onca senenin yarattığı uçurumlar arasında köprü kurarken, senelerce farklı partilere veya ideolojik gruplara “ait” gibi kodlanmış bireyler için partiler arası hareket edebilmeyi mümkün kılıyordu.
Muhalefetin üçüncü stratejisi ise yoksullukla mücadele ve geri dağıtım vaadi, aynı zamanda iktidarın geri dağıtım konusundaki iddiasının “israf” kavramı çerçevesinde kritize edilmesi olarak özetlenebilir. Ne var ki yoksullukla mücadele konusunda iktidar partisiyle rekabet etmek belki de muhalefet için en zor olanıydı. Ne de olsa, iktidar partisi başa geldiğinden beri kendini hizmet partisi olarak tanıtmış, bu imajı da seçmen desteğinin devam etmesinde senelerce kilit rol oynamıştı. Ne 17 Aralık süreci ne farklı iddialar vatandaşta anlamlı bir etki yaratmamış, vatandaş yolsuzluk iddialarına asla inanmadığından değil (bknz. ilgili Konda anketi[1]), bunu kendi ekonomik durumuna direkt bir zarar olarak görmediğinden oyunu değiştirmemişti. Ne zamanki 2016 sonrası durdurulamaz ekonomik gerileme somut biçimde vatandaşta etkisini hissettirdi, seçmen de iktidarı sorgulama başladı. Bu noktada ise muhalefetin “israf” eleştirisi tam yerini buldu. Yolsuzluk iddialarından farklı olarak israf söylemi vatandaşın algısına direkt hitap etti çünkü bu söylem, yöneticilerin ekonomik davranışları ile vatandaşın kendi yaşadığı ekonomik sıkıntılar arasında direkt bağlantı kurmaktaydı. Nitekim, İmamoğlu’nun siyasi iletişim danışmanı Necati Özkan’ın belirttiği gibi, iktidarın israf söylemine telaşlı tepkisi ve şehri “İstanbul’a hizmet israf değildir!” afişleriyle donatması, muhalefetin başarısını gösteriyordu.[2] Seneler sonra muhalefet iktidara tepki veren değil, iktidarı tepkiye çeken, yani reaktif değil proaktif pozisyona geçmişti.
Özetle 2019 sonrası Türkiye’de muhalefetin farklı bir çizgide ilerlediğini, hatta dünya çapında ilham verici bulunduğunu söylemek mümkün. Muhalefeti bu çizgiden döndürmek isteyenler çıkacaktır. İktidar-muhalefet çatışmasını bugün gelinen ve tam da olması gereken yeniden demokratikleşme ve daha iyi ekonomi yönetimi ekseninden çıkarıp tekrar yaşam tarzı tartışmalarına çekmek isteyenler, muhalefeti artık daha kuvvetle sahiplendiği ve iddialı olabildiği seçimlerden, mevcut şartlarda en çok iktidara yarayan sokak siyasetine yöneltmek isteyenler çıkacaktır. Bu anlamda, muhalefetin 2019 çizgisini ne kadar tutarlılıkla devam ettirebileceği önümüzdeki günlerde Türkiye siyasetini önemli ölçüde belirleyecektir.
[1] KONDA “Yolsuzluk ve Ekonomik Durum Algısının Seçmen Tercihine Etkisi,” Ekim 2014, s.10, https://konda.com.tr/tr/rapor/yolsuzluk-ve-ekonomik-durum-algisinin-secmen-tercihine-etkisi/
[2] Necati Özkan, Kahramanın Yolculuğu, Mediacat: İstanbul, s.203.
Kamuoyunda etki ajanlığı ya da etki casusluğu yasası olarak bilinen yasa önerisi, ikinci defa TBMM’de…
İsrail’in önceki Dışişleri Bakanı İsrael Katz kafayı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a küfretmeye takmıştı, cevabını vermek de…
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, son günlerde popüler isimlerin tutuklanmasıyla Türkiye'nin gündemine giren yasa…
MİT Hukuk Müşaviri Fuat Midas, Etki Casusluğu kavramını örneklerle, ülke adı vermeden anlatmaya başlıyor: “Adam…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 10 Kasım’da yaptığı iki konuşmayla Türkiye’nin “önümüzdeki dönemde” başlatacağı önemli bir siyasi-askeri…
Diyarbakır'da 21 Ağustos'ta kaybolduktan sonra Eğertutmaz Deresi'nde cesedi bulunan 8 yaşındaki Narin Güran cinayetiyle ilgili…