Bir aydır ülke gündemi yeniden yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Çete lideri Sedat Peker’in sosyal medya yoluyla gerçekleştirdiği suç itiraflarıyla başlayan bu süreç 17 Aralık 2013’ten sonra en ses getiren yolsuzluk skandalı oldu. İtiraf videolarını milyonlar izliyor ve siyaset analistleri gün gün bu skandalın seçmen davranışına etkisini tahmin etmeye çalışıyor.
Türkiye’de seçmenin yolsuzluk iddialarına tepkilerini inceleyen analistleri öteden beri şaşırtan bir çelişki var. Genel beklenti, iktidar partisini destekleyen seçmenlerin bu tür iddialara inandıkları takdirde desteklerini geri çekeceği, inanmayanların ise desteklerini sürdüreceği şeklinde. Oysa geçmiş analizler gösteriyor ki iktidar partisi seçmeni iddialara hem inanıyor hem de desteğini, en azından beklenen ölçüde ve hızla çekmiyor. 17 Aralık iddialarıyla ilgili Konda araştırması AKP seçmeninin yarıya yakınının bu iddialara inandığını fakat hâlâ bu partiye destek verdiğini ortaya koyuyordu. Nitekim iddiaların hemen ardından gelen seçimlerde AKP seçmen desteğini koruduğunu göstermişti. Bu ne anlama geliyor? Seçmen yolsuzluğa duyarsız mı?
AKP’nin “3Y” sözü
Bu durumu anlamayı daha da zorlaştıran şöyle bir gerçek de var: Türkiye’de ve tüm dünyada, AKP ve benzer popülist partilerin iktidara gelmesinde bilhassa yolsuzluk ve adaletsizlik rol oynamıştı. Nitekim AKP iktidara gelirken “3Y” ile, yani yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele sözü veriyor, bu söz seçmeni heyecanlandırıyor, mobilize ediyordu. O halde seçmenin yolsuzluğa duyarsız olduğunu söylemek doğru sayılmaz.
İşte tam bu çelişki, yani yolsuzluğa tepki olarak popülist partilere oy veren seçmenin, devam eden hatta artan yolsuzluk skandalları karşısında oy verdikleri partiyi cezalandırmamaları, desteklerini sürdürmeleri sosyal bilimciler açısından büyük bir bilmece yaratıyor ve bugün pek çok çalışmanın araştırma sorusunu oluşturuyor.
Bu soruya verilen en özgün cevaplardan biri ise ünlü iktisatçı Daron Acemoğlu ve arkadaşlarından geliyor. Acemoğlu, Robinson, ve Torvik’e göre, seçmen, kurumların zayıf ve yolsuzluğa dirençsiz olduğu durumlarda kendi çıkarları açısından en rasyonel seçeneğin, bu gruplara ve onların manipüle ettiği kurumlara direnebilecek, kurumlar üstü, hatta hukuk üstü güce sahip bir siyasi lider olduğunu düşünüyor.[1]
Yolsuzluk seçmen gözünde “sabit değer”
Bu derece merkezileşmiş bir yapıda yönetenlerin de birtakım siyasi rantlara erişeceğini, hatta bu kez bu erişimin sınırsız olacağını seçmen elbette biliyor. Fakat yaptığı kâr-zarar hesabında, bu siyasi rantları ödenebilecek bir bedel olarak görüyor. Yani, yolsuzluğu “sabit değer” kabul eden seçmen, siyasi otoritenin tek merkez etrafında toplanmasını, bir başka deyişle rantın paylaşımcılarının sayıca azalmasını, “en ekonomik seçenek” olarak görüyor.
Seçmenin beklentisi, iktidarın bu sınırsız gücünü kaybetmemek için, kendini o pozisyona getiren seçmene de ekonomik faydalar sunması. Bu sebeple de iktidara getirdiği partinin bu pozisyondan rant elde etmesi, başlı başına oy pazarlığını değiştirecek bir durum değil. Kendi kazandığı müddetçe siyasetçinin de “kazanması” seçmen için kabul edilebilir bir şey. Bu pazarlığı değiştirecek bir şey var, o da seçmenin artık kazanmamaya başlaması.
2019’de ne değişti?
Nitekim, meslektaşım Evren Balta ile yaptığımız çalışmada tespit ettiğimiz gibi, 2019 İstanbul seçimlerinde muhalefetin iktidarı yolsuzluk değil “israf”la suçlaması tam da bu sebeple sonuç verici oldu.[2] İsraf, “fırsat maliyeti” kavramını hatıra getiriyordu, yani seçmenin yararına harcanabilecek bir gelirin sebil olup gittiği mesajını veriyordu ve bu yüzden seçmende geçmiş yolsuzluk suçlamalarından çok başka bir etki yaptı. Yolsuzluk iddialarına çoğu zaman cevap bile vermeyen iktidar da israf suçlamasına çok kuvvetli bir tepki vererek, bir günde tüm şehri “İstanbul’a hizmet israf değildir!” afişleriyle donatmak suretiyle aslında muhalefetin bu kez hedefi tam isabet ettirdiğini göstermiş oldu.
Gelgelim son bir ayki yolsuzluk iddialarına. Peker’in itirafları bence seçmen için şaşırtıcı değil.
Fakat bu sefer içinden geçtiğimiz sürecin öncekilerden önemli bir farkı var, o da arka plandaki ekonomik tablo. 17 Aralık skandalının gerçekleştiği 2013 senesinde kişi başı milli gelir 12.614 dolar civarıyken 2020’de bu rakam 8.543 dolara düştü, enflasyon %7,4’ten %14,6’ya, işsizlik oranı %8,7 ten %13’e çıktı. İşte bu sebeple bu kez vatandaşın yolsuzluğa toleransı değişebilir. Seçmen, güçlü lider için ödediği bedelin yeterince geri dönüşü olmadığına karar verebilir.
Bu anlamda muhalefete düşen öncelikle yolsuzluğun sabit, sistematik bir sorun değil kötü yönetim demek olduğunu vurgulamak. Çünkü topyekûn ve kronik bir hukuksuzluk algısı toplumu felç edebiliyor, umutsuzluğa sürüklüyor ve neticede popülist liderlerin lehine işleyebiliyor. İkincisi de yolsuzluğun bir maliyeti olduğunu, yani keyfi dağıtılıp heba edilen kamusal kaynakların yaşanan ekonomik darboğazla birebir ilintili olduğunu seçmene anlatmak. Kendini senelerdir “Çukur” dizisindeki bir karakter gibi hisseden ve mahallenin kabadayıları arasında seçim yapmaktan başka şansı olmadığını düşünen seçmeni hukukun erişilmez olmadığına ikna etmek, hukukun işler kanallarına ısrarla sarılmak ve en önemlisi de yaklaşan seçimlere sonuna kadar sahip çıkmak gerekiyor.
[1] Acemoglu, D., J. A. Robinson, & R. Torvik. “Why Do Voters Dismantle Checks and Balances?” The Review of Economic Studies 80:3 (2013): 845–875.
[2] Demiralp, S. & E. Balta. “Defeating Populists: The Case of 2019 Istanbul Elections”, South European Society and Politics (June 2021): https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/13608746.2021.1923639.