“Sonbahar’da Bir Sultan” ABD’de yeni çıkan bir kitabın adı. İngilizcesi “A Sultan in Autumn”. Alt başlığı “Erdogan Faces Turkey’s Uncontainable Forces”; “Erdoğan Türkiye’nin Dizginlenemez Güçleriyle Yüzleşiyor” şeklinde de tercüme edilebilir. Yazarı Soner Çağaptay, tarihçi, araştırmacı, yıllardır ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından The Washington Institute, Türkiye programını yönetiyor. Kitap henüz Türkçeye çevrilmedi. Çağaptay, kitabında Erdoğan’ın her şeyi kontrol altında tutma çabasına rağmen artık ülkenin yönetimini elinden kaçırmakta olduğunu, üstelik bunun da geriletilmeye çalışılsa da yok edilemeyen demokratik direnç sayesinde olduğunu öne sürüyor.
Çağaptay daha önce 2017’de “The New Sultan: Erdogan and the Crisis of Modern Turkey – Yeni Sultan: Erdoğan ve Modern Türkiye’nin Krizi” kitabını yayınlamıştı. Çağaptay’ın yeni kitabında, 15 Temmuz 2016 askeri darbesi ardından yayınlanan bir önceki kitabından daha iyimser olduğu dikkat çekiyor. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, belki de birincisi 2019 yerel seçim sonuçları oldu. O zamana dek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “kaybedeceği seçime girmeyeceği” gibi bir kanı hem içeride hem dışarıda yaygındı. Hatta bu söylem, Erdoğan’ın sadece sandığa atılan oylar sürecinde değil, sayım süreçlerinde de elinden geleni yapıp sandıktan çıkacağı algısını da içeriyordu.
Ayrıca dış dünyada kimse Türkiye’de muhalefetin -Türk siyasetinde böyle bir alışkanlık olmadığı için- bir ittifak kurup iktidarın karşısına çıkabileceğini ve dahası alt edebileceğini düşünemiyordu. Ama oldu. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti lideri Meral Akşener, Erdoğan’ın MHP lideri Devlet Bahçeli’yle kurduğu ittifakı yenilgiye uğrattı. İstanbul ve Ankara gibi ülke büyüklüğündeki şehirlerin belediye başkanlıkları AK Parti’den CHP’ye geçti.
Dönüm noktası 2019
2019 yerel seçimlerindeki kaybın özellikle AK Partinin seçmen tabanında travmatik etkileri oldu. Travma yalnızca Erdoğan’ın “yenilmezlik” görüntüsünün hasar alması ile sınırlı olmadı. Aralarında siyasi İslamcı cemaat ve tarikat dernek ve vakıflarının da bulunduğu baskı gruplarına AK Partili belediyeler üzerinden sağlanan destek kesilince, bu baskı grupları Erdoğan’a oy şantajına başladı. Bu aynı zamanda Türkiye’de büyümenin hız kesmeye başladığı, kamu döviz rezervlerinin yanlış politikalarla eridiği ve Covid-19 salgının yayıldığı, yani ekonomik pastanın küçüldüğü süreçti.
Yani pasta küçülürken pastadan pay isteyenler artıyordu. Ama AK Parti “elitleri” tarafından oluşturulan yeni oligarşik yapı, kayırmacılığa dayanan yeni “mutlu azınlık” kendi payını azaltmıyor, diğerleri ideolojik manevralarla “idare edilmeye” çalışılıyordu. Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması ve kadına şiddete karşı İstanbul Sözleşmesinden çekilme gibi ideolojik adımların bu kesimlerde yol açtığı memnuniyet ise kısa sürede yerini ekonomik sıkıntılara bırakmaya başladı.
Erdoğan’ın ekonomik politikasının özünde toprağı altına çevirmek, yani gayrimenkul rantını artırmak ve dolayısıyla inşaat sektörü bulunuyordu. Dünyada devlet inşaat ihalelerini alan ilk on şirket arasında Türk müteahhitlik şirketlerinin (beş şirketle) başı çekmesi aslında oligarşik yapılanmanın başka bir göstergesiydi. Borçlanmanın daha çok borçlanma, projelerin giderek artan ölçekte projelerle çevrilmesi sürecinin Erdoğan’ın aklına en son gelen halkası Kanal İstanbul projesiydi. Böylelikle geride hep ismiyle anılacak, coğrafyayı de değiştirecek büyüklükte ölmez bir eser bırakacağını da düşünüyordu. Geriye dönüp bakınca, Kanal İstanbul projesinin büyük oranda İstanbul Büyükşehir belediyesinin AK Parti elinde kalıp, belediyenin imkânları üzerinden gerçekleştirilmesi niyeti görülebiliyor. AK Parti iktidarına siyaset psikolojisi açısından darbe vuran 2019 yerel seçim yenilgisi, bu bakımdan sadece Kanal İstanbul değil, Erdoğan’ın ekonomi-politik çizgisine de hasar verdi. O nedenle dönüm noktası 2019 oldu.
2019’dan itibaren asgari ücretin belirlenmesinden tarımsal ürün fiyatlarına, Merkez Bankası rezervlerinden emekli ikramiyelerine daha çok ekonomi gündemine dair konularda inisiyatif muhalefete, AK Parti iktidarı savunma konumuna geçti.
Erdoğan’ın artan telaşı
Erdoğan bir süredir gençleri Cumhurbaşkanlığı kütüphanesinde ağırlayarak sohbete başladı. Bunların sonuncusunda, 2 Temmuz günü şunları söyledi.
• “Kanal İstanbul konusu 11 yıllık bir proje. [Haziran 2011 seçimleri öncesinde vaat edilmişti.] Benim İstanbul Büyükşehir Belediyle Başkanlığım döneminde attığımız bir adım. [İstanbul Belediye Başkanlığı 1998’de sona ermişti.] Kanal İstanbul ile ilgili adım atmamız şart. Neden? Çünkü İstanbul Boğazı çevre katliamı için her an bir tehdit.”
Erdoğan’ın dünyada tanınan özellikleri arasında çevre dostu olması bulunmuyor. Türkiye, imzacısı olduğu halde Paris Çevre Anlaşmasını onaylamayan dünyadaki yedi ülkeden biri. Çevre kirliliğinin yol açtığı deniz salyası (müsilaj) sorunu Marmara Denizini cehenneme çeviriyor. Erdoğan’ın gençlere verdiği Romen petrol tankeri kazasının tarihi 1979; ondan sonra Boğaz’a gelişmiş bir radar sitemi yapıldı. Erdoğan halen yılda 45 bin geminin geçiş yaptığı İstanbul Boğazından 2050’de 78 bin geminin geçiş yapacağını söylerken, 2050’de kendi imza attığı 2021 NATO belgesinde de 2050’de petrol, doğal gaz tüketiminin sıfıra indirilmesinin hedeflendiğini, dolayısıyla çok daha az sayıda tanker geçmesinin öngörüldüğünü söylemiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise Kanal İstanbul’un 1936 Montrö anlaşmasını delmemesi konusunda Erdoğan’ı uyarıyor.
Ama artan bir aceleyle Kanal İstanbul’u bir an önce başlatmak istiyor. Muhalefet, yabancı ülke, banka ve şirketlere bu projeye girmeleri halinde kendi iktidarlarında ödeme yapmayacağı tehdidinde bulundu. Erdoğan bunun üzerine Kanal İstanbul’a girecek yabancı banka ve şirketlerin kendisinden sonra geleceklerden bu parayı “söke söke alacağını” söyleyerek muhalefeti ve aslında seçmeni dış borçlanmayla tehdit etti. Adını geçirdiği Deutsche Bank, Kanal İstanbul için başvurmadığını, Türk hükümetinden de başvuru almadığını duyurdu. Muhalefet, Erdoğan’ı Kanal İstanbul’un geçeceği arazinin önceden (sadece AK elitlere değil) Katar ve diğer Arap Körfez ülkelerinden yatırımcılara satılmasına izin vermekle suçluyor. 2011 seçimleri sırasında Erdoğan hükümetinde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olan, şimdi DEVA Partisi lideri Ali Babacan Kanal İstanbul’u bir “arazi rantı projesi” olduğunu söylüyor.
Erdoğan neden Kanal İstanbul’u bir an önce başlatmak istiyor? İnşaatın getireceği geçici iş ve gelir imkânlarını bir sonraki seçimde oya tahvil etmek için mi? Yoksa borçlarını daha büyük projelerle çevirmek imkânından mahrum kalacak yandaş müteahhitlerin batacağı, batmamak için de (daha önce Özel, Demirel, Çiller ve Yılmaz’a yaptıkları gibi) kendisine sırt çevirecekleri endişesinden mi? Böylece on dokuz yıldır kendisini iktidarda tutan ekonomi-politik üzerindeki kontrolü de yitireceği endişesinden mi? Gerçekten bazı iç ve dış sermaye çevrelerine verdiği sözler nedeniyle olabilir mi? Ya da bunların hepsi bir arada geçerli olabilir mi?
Kesin olan tek şey, Erdoğan’ın Kanal İstanbul nedeniyle giderek artan bir siyasi telaş içinde olduğu.
“En kıdemli lider benim” övünmesi
Erdoğan aynı “gençlerle sohbetinde” şunları da söylemiş:
• “NATO zirvesi bizim için çok anlamlıydı. Bu zirvenin içinde olan liderlerde de, -‘ben’ demeyi sevmem, ancak şu anda en kıdemli olan lider bendim. 18 yıl geçti, her yıl birçok lider ya siyasetten kopuyor veya tekrar giremiyor. Milletimin teveccühü sayesinde biz yola devam ediyoruz.”
Doğruya doğru. Erdoğan iktidara geldiğinden bu yana ABD’de, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da, Japonya’da, özetle demokratik dünyada pek çok lider değişti. Hatta çok partili demokrasinin bulunmadığı Çin’de dahi, Rusya’da, İslami teokrasiyle yönetilen İran’da dahi liderler değişti. Erdoğan hep iktidarda kalmayı mı düşünüyor acaba?
Ama 2019 seçimlerinden bu yana ister demokrasiyle yönetilen müttefiklerimiz olsun ister diğerleri, Türkiye’ye başka türlü bakıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın Erdoğan’ın en muhtemel rakipleri arasında sayılması rastlantı mı?
Önceki ABD başkanı Donald Trump için Türkiye, eşittir Erdoğan idi. Öyle olmadığına ilk uyanan Almanya dışında, Avrupalı müttefikler için de geçerliydi bu oryantalist, basmakalıp bakış. Trump, Türkiye ile devletten-devlete kurumsal ilişkiler yerine Erdoğan’ın şahsı ile tartışıyordu çıkarlarını.
Joe Biden, “ben” demeyi sevmediğini söyleyen Erdoğan’ın şahsı ile arasına mesafe koydu ama Türkiye ile kurumsal ilişkileri sürdürmeye ağırlık verdi. Erdoğan’ı en çok rahatsız eden konulardan biri işte bu. Belki bir zamanlar genç ve dinamik olmasını öne çıkaran Cumhurbaşkanının şimdi övünecek özellik olarak “en kıdemli” olmasını öne çıkarması da bu yüzden.