Son aylarda sağlık çalışanlarının, en çok da hekimlerin iş bırakma şeklindeki eylemleri giderek artıyor. Sağlık çalışanlarının iş bırakması, bir üretim bandını durdurmak gibi değildir. Zordur. Uzun iç hesaplaşmalar, ince plan gerektirir. Zira doğrudan sıkıntı çekenler “hastalarıdır”, seslerini duyurmaya çalıştıkları ve protesto etmek istedikleri ise yöneticiler. Bu yüzden çoğu zaman iş bırakmaya sıcak bakmazlar. Bu eylemlerin yaygınlaşıyor olması, rahatsızlığın çok ileri boyutta olduğunu düşündürüyor.
Aslında kriz ardına krizle dolu ülke gündemine rağmen, sağlık çalışanlarının çalışma koşullarının giderek ağırlaştığı konusundaki haberlere dikkat etmiş olabilirsiniz. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri (uzun derken gerçekten uzun, 48 saat içinde 36 saatlik nöbet gibi), giderek artan ve çığrından çıkan şiddet. Gerçekten de sorunlar yeni değil, çoğu yılların birikiminin bir sonucu ama pandemi başından beri olan bitenler sabırları taşırdı.
Pandeminin başında bilinmeyen öldürücü bir virüsle karşı karşıya kaldığımızda tek güvencemiz, Türkiye’deki sağlık çalışanlarının kaosla baş etme becerisiydi. Balkonlara çıkıp alkışladık. Gerçekten de ilk dalganın endişeli gerginliğinde yoğun bakımlarda çok başarılıydılar. Onunla kalmadılar. Bu bizim eğitimini aldığımız bir iş değil demeden sokaklara dökülüp kapı kapı gezdiler, filyasyon yaptılar. Hekimler, hemşireler, diş hekimleri, ortopedi uzmanları. Otuz yıl tecrübeli göz hekimleri, ne alakamız var demediler, Covid polikliniği yaptılar. Aslında uzmanlık eğitimi almaları gereken kadın doğum asistanları, iki yılı aşkın süreyle birbiri ardına gelen dalgalarda, yeni açılan yoğun bakımları çalışır kılmak için yoğun bakım hemşiresi gibi çalıştılar. Ne olduğu bilinmeyen bir virüse yakınlarını maruz bırakmamak için haftalarca evlerine gidemediler. Hem çok yoruldular, hem en önde virüse maruz kaldılar. Aşı gelene kadar yüzlerle sağlık çalışanını Covide kurban verdik.
Bunun karşılığında, balkondaki bir akşamlık alkış dışında ne yaptık? Benim hatırladıklarım şunlar: Covidi meslek hastalığı saymadık. Covide kurban verdiğimiz sağlık çalışanlarının arkada kalan çoluk çocuğuna sahip çıkmak için yine sağlık çalışanları kendi aralarında para topladılar. Yeni sağlık personeli alacağız dedik. Almadık, her açılan yeni yoğun bakım, sayısı artmayan sağlık çalışanlarının çalışma saatlerinin arttırılması demekti. İzinlerini kaldırdık, emekli olmalarını yasakladık. Genç bir hekimin 36 saatlik nöbet çıkışı trafikte ölmesi üzerine, çalışma koşullarını iyileştireceğiz dedik, bir sonuç çıkmadı. Artan hayat pahalılığında, uzun çalışma saatleri yüzünden kuyruklara girip, ucuz alışverişe harcayacak zamanı da olmayan sağlık çalışanları ücretlerinde iyileştirme istedi. Bir yasa tasarısı hazırladık (yalnızca hekimler için, sanki onlar olmadan sağlık hizmeti olabilirmiş gibi, diğer sağlık çalışanlarını dışarıda bırakarak) Meclisteki bütün partiler desteklemesine rağmen son anda geri çektik.
Bütün bunlar olurken, bir takım hadsizlerin, canları çekti diye, akıldışı nedenlerle öfkelenip sağlık kurumlarını birbirine katmasına, hekimleri, hemşireleri darp etmesine, mesleklerini yapamayacak derecede sakatlamasına, hatta öldürmesine aldırış etmedik. Hamile hemşireler tekmelendi, Cumhurbaşkanı çıkıp “Siz ne yapıyorsunuz benim hemşireme?” demedi.
Bu ülkede hekimlik hiç bir zaman kolay değildi. Genç bir hekimken ben de 36 saatlik nöbetler tuttum. Bir Bayram tatilinde nöbetim, tatilin ortasına değil de başına ya da sonuna geldi diye sevindim. Parasızlık çektim. İşlemeyen sistem içinde hastalarımın sorunlarını çözmek için, tıbbi malzeme, kan vb arayarak saatler geçirdim. Ama bugünkü gibi bir şiddet ve aşağılama ortamında çalışmıyordum. Küçük bir kasabada, bütün yakınlarımdan uzaktayken bile kendimi güvende hissediyordum. O zamanlar, hekimler de sağlık personeli de saygı görürdü. Toplumda şiddete meyli olan hadsizler, kabadayılar o zaman da vardı. Ama sağlık çalışanlarına bulaşmayı akıllarından bile geçiremezlerdi. Arkamızda “devlet” vardı.
Durum ilk olarak meşhur generalle değişti. Hesapsız kitapsız, haksız hukuksuz ilan ediverdiği mecburi hizmet eleştirilince “bayrağın ucundan tutun diyorum, kaç para vereceksiniz diyorlar” diye hekimleri hedef gösterdi. Onun açtığı yoldan, her şeyin, sağlık dahil, en yapılmaması gereken alanların bile özelleştirilip, hizmet alanların “müşterileştirildiği” bir döneme girdik. Bu müşteriler aynı zamanda seçmenlerdi. Onların müşteri/seçmen memnuniyetini sağlamanın en kolay yolu da sağlık personelini, her fırsatta ve her biçimde haddi bildirilmesi gereken “köle hizmetçilere” dönüştürmekti. Üstelik paralar suyunu çekip, plansız, hesapsız bir şekilde maliyetleri tavan yapmış sağlık sistemi yürümez hale gelince elde kalan tek şey bu köleleri daha da çok ezmek oldu. Bugün olan budur: Kötü planlanmış bir sağlık sistemi. Eşitlik ve etkinliği kanıtlanmış girişimleri sunmaya odaklı, ekonomik bir sistem yerine, bazı çıkar gruplarına kaynak aktarımını esas alan bir sağlık finansmanı ve örgütlenmesi. Kaçınılmaz olarak bunun sürdürülemez olması. Sürdürülemez sistemdeki kaçınılmaz olan hasta memnuniyetsizliğinin nedeni olarak sağlık çalışanlarının hedef gösterilmesi. Başka alanlardan da bildiğimiz ucuz senaryo. Kötü tarım politikalarının, berbat para politikasının sonucunda ortaya çıkan gıda fiyatları enflasyonunun sorumlusu olarak esnafın, süpermarketlerin gösterilmesi gibi.
Aslında yapılacaklar belli. Birincisi sağlık çalışanlarına devletin en yüksek katından sahip çıkılması. Açıkça, amasız, fakatsız, kamuoyu önünde. TTB’nin çoktan taslağını hazırladığı sağlıkta şiddet yasa taslağının hızla yasalaştırılması. Kamunun, özel hastanelerin önüne yem olarak bıraktığı, çoğu asgari ücretin altında, berbat koşullarda çalıştırılan, ya da başka sektörlere geçen binlerce sağlık çalışanının kamu hizmetine alınması. Sağlık çalışanlarının ücretlerinin, emeklilik haklarının yeniden düzenlenmesi.
Uzun vadede de dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin bile sürdüremediği, maliyet-verimlilik oranı çok yüksek özelleştirilmiş sağlık hizmetinden, malpraktis yasası denen garabetten vazgeçilip, sosyal devlet ilkesine uygun bir sağlık sistemine geçilmesi.
Yoksa Tıp Fakültelerimiz, yüksek maliyetlerle, Türkiye’de hekim olmak yerine Norveç’te kasiyer olmayı tercih eden mezunlar üretmeye devam edecek. Bunun ülkemize maliyeti çok çok yüksek olacak. Nereden mi biliyorum? İkibinli yılların başında, çalıştığım BM ajansı için, Doğu Afrika’da birçok ülkeyi içeren bir sağlık personeli durum değerlendirmesi yapmıştım. Bu ülkeler, Dünya Bankası ve IMF’nin zihni sinir “Yapısal Uyarlama” programları yüzünden, doksanlarda devlet memurlarının, özellikle de sağlık çalışanlarının ve öğretmenlerin maaşlarını dondurmuş, kadroları azaltmıştı. Sonuçta bu ülkelerden birçok hekim ve hemşire, İngiltere, Kanada gibi ülkelere, çocuk bakıcısı ya da sosyal hizmet çalışanı olmak için göç ettiler. Geride kalan dramatik hizmet açığını kapatmak için birçok uluslararası örgüt, on yılı aşkın bir süre boyunca çeşitli programlar yürüttü. Hızlandırılmış eğitim, mecburi hizmet koşuluna karşılık burslu eğitim vb vb. Sonuçta, bu programlara harcanan para, o insanlara vaktiyle verilmekten kaçınılan maaşlardan daha yüksekti. Elde edilen insan gücünün kalitesi de gitmiş olanlara kıyasla çok düşüktü.
Bizde “Sağlıkta Dönüşüm” denen program da AKP hükümeti gizlemiş olsa da bir Dünya Bankası Programıdır. İsteyen Dünya Bankasının Raporlarından, Türkiye’deki programımız diye bulabilir. Bu “Sağlıkta Dönüşüm” yukarıda bahsettiğim Yapısal Uyarlama programlarının Türkiye versiyonudur. Dolayısıyla aynı sonuçlara yol açmaktadır. Afrika’nın tecrübesinden öğrenelim. Aynı duruma düşmemek için bu yoldan bir an önce geri dönelim.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…