İtiraf edeyim, Bergen adını bu filmin tanıtımlarından önce duymamıştım. 1980’lerin sonunda yaşamını yitirmiş olması bunun sebeplerinden biri olmalı. Filmi izledikten sonra ise bu kısa ömürlü kadının, yapımcılar tarafından kadın mücadelesine adanan bu filme neden konu seçildiğini gördüm.
Kadın cinayetleri politiktir
Bergen filminin doğrudan ve çok güçlü iletilen bir siyasi mesajı var, o da şu: Kadın cinayetleri siyasaldır. Kadına yönelik şiddetin temelinde, bir kadını hürriyetinden yoksun bırakmanın, darp etmenin, ya da öldürmenin (bir erkeğe göre) kültürel ve hukuki olarak daha az maliyetli olması yatmaktadır. Bu nedenle, bir kadın ve bir erkek arasında geçen şiddet eylemlerini, o ilişkiye özel dinamiklerin bir sonucuymuş gibi düşünmek yanlıştır. Fiziksel veya manevi şiddet gören tüm kadınların hikayeleri birbirine benzer. Bu da, o hikayelerin özel değil genel olduğunu, kadın ve erkek arasındaki asimetrik güç ilişkisinden kaynaklı olduğunu, yani siyasi olduğunu gösterir.
Bergen, hayatındaki erkek tarafından önce dolandırılan, sonra özgürlüğünden mahrum bırakılan, çevresinden izole edilen, mesleğinden koparılan, sonra fiziksel saldırı gören, ve sakat bırakılan bir kadının en nihayet öldürülüşünü anlatır. Üstelik katil küçük bir ceza ile serbest bırakılmıştır. Bugün hala medyada yer almakta ve ısrarla pişman dahi olmadığını beyan etmektedir. Bu anlamda, Bergen filminin kadın cinayetlerinin cezasız kalışını etkili biçimde sorunsallaştırdığını söyleyebiliriz. Fakat filmin asıl başarısı bence bu da değil. Filmin çok çarpıcı bir başka boyutu daha var.
Birbirine zıt iki enerji
Bergen, bir kadının dış düşmanları kadar iç düşmanlarının da ne denli öldürücü olabildiğine işaret ediyor. Dış düşmanlarla iç düşmanlar işbirliğine girerse işte o zaman o kadının pek bir şansı kalmıyor.
Bergen filmi kadının içindeki iki birbirine zıt enerjiyi, iki ayrı psişik parçayı göstermektedir bize.
Bir tanesi yaşamak ve kendini ifade etmek isteyen parçasıdır. Türlü saldırıdan, sakat bırakılmadan sonra her defasında ayağa kalkan tarafıdır. Ne yapıp edip düştüğü tuzaktan kurtulan, tutsaklıktan kaçan tarafıdır. O parçasıyla, savrulduğu, sürüklendiği her yerden yuvaya döner, mahrum bırakıldığı mesleğine döner, uzaklaştırıldığı özüne döner, ve her dönüşü muhteşem olur. “Ben kolay ölmem!” diye haykıran tarafıdır bu. Asit saldırısıyla kör edilmiş gözünü altın simlerle kaplayıp sahneye çıkan tarafıdır. Bıçaklandığı sahnede inadına şarkısını tamamlayan tarafıdır. Umut ve ilham vericidir.
Kadının iç düşmanı
Fakat Bergen’in bir parçası daha vardır ne yazıkki. Bu da onu sabote eden parçasıdır. Göz göre göre tuzaklara düşen, canını katiline gönüllü emanet eden, tam bu kez kurtuldu derken cinayet mahalline tekrar dönen, katilin apaçık yalanlarına inanan, sağduyusunu basiretini bağlayan, arkanı dön ve kaç diye fısıldayan iç sesine kulaklarını tıkayan ve bu şekilde kendi kendini sabote eden parçasıdır. İrkiltici ve ibret vericidir.
Freud kadın-erkek her insanın içinde, tıpkı yaşam içgüdüsü gibi, bir de ölüm içgüdüsü olduğundan bahseder. Bu yıkıcı içgüdü bazen kötü alışkanlıklar olarak gösterir kendini, bazen aşırı eleştirel bir iç ses olarak, bazen de kendi celladına gönül vermek olarak. Yaşam içgüdüsünün tersine, bu yok edici parça tehlikelere, tuzaklara, saldırganlara çekecektir bireyi. Yaşam içgüdüsünün radarından korunmak içinse sansürleyecektir kendini. Makul sebeplerle ambalajlayacaktır sabotaj girişimlerini. Katilin katil olduğu alnında yazsa bile görmemiş gibi yapacak, “özünde iyi biri” diyecek, “son bir deneme” diyecek, o da olmazsa “son sözümü söylemeye gitmiştim” diyecek, türlü bahaneyle infaz sahnesine geri dönüşüne kılıf uyduracaktır.
Bergen, Freud’un eros ve thanatos dediği bu yaşam ve ölüm içgüdüleri arasında gidip gelmektedir, pek çok birey gibi. Mutlu hikayelerde eros thanatosa galip gelir. Bergen’inki mutlu bir hikaye değildir. Katile son şans verişi, kısa ömrünün sonu olur.
Bergen toplumsal bir drama
Bergen, kadını destekleyici bir ailesel ve toplumsal ortamın önemini de dramatik bir biçimde işlemektedir. Kadınların desteklenmediği bir ortamda doğmuş ve büyümüş bir kadın, bu deneyimi içselleştirerek oklarını kendine çevirecektir. Onu yok sayanlarla kalbinde barışabilmek için, yok sayılmanın normal olduğuna, hatta bunu hak ettiğine inandıracaktır kendini. Ne var ki bunun sonucu içindeki yıkıcı gücün tetiklenmesi ve bir gün elverişli şartlarla buluştuğunda nihayet galip gelmesi olacaktır. Dirayetli annesi Bergen’in hayata tutunmasında büyük rol oynarken, negatif baba figürü ve onun açtığı ağır yara daha sonra bir kadın katiliyle hayatını birleştirmesinde belirleyici olacaktır. Nitekim, bu katilin Bergen’i öldürmeden hemen önce annesini vurması manidardır.
Bazı yorumcuların Bergen filmini acı bir aşk hikayesi olarak tanımladığını görüyorum. Oysa Bergen bir toplumsal drama. Kadın cinayetleriyle mücadeleye armağan edilmiş bir çalışma. Önemli ve net bir mesajı var. Kadın cinayetleri kişisel hikayeler değildir. Aile-toplum-hukuk üçgeninde kurgulanır kadın cinayetleri. Kadının eşit olmadığı yer, suç mahallidir. Eşitsizlikle başlar, cinayete kadar gider. Bu sebeple de, “erkek şiddetiyle mücadeleye evet ama kadın-erkek eşitliğine hayır” şeklinde özetlenebilecek güncel söylemlerin aksine, kadına yönelik şiddetle mücadele cinsiyet eşitliğinden mutlaka geçmektedir.